Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nesrin Algan tarım arazilerinin termik santrallara tahsis edilmesinin neoliberal politikaların alışkın olduğumuz en vahşi ve yıkıcı uygulaması olduğunu belirtiyor.
YAZI: Gülce DEMİRER
Adaletsizliği ve eşitsizliği yeniden üreten bir kriz ile karşı karşıyayız. Paris Anlaşması’nın önsözünde de yer alan iklim adaleti neyi temsil ediyor? “Farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesinin altının iyi doldurulduğunu düşünüyor musunuz?
İklim adaleti bize dünyadaki mevcut ekonomik ve toplumsal adaletsizliklerin yeni bir bağlamda iklim kriziyle ne kadar derinleştiğini anlatıyor. Her ne kadar adaletsizlikten bahsetsek de, Paris Anlaşması’nın önsözüne girmiş olsa da çok ciddi bir adaletsizlik var. Çevre konusunda bu adaletsizliğin boyutları çok vahim. İklim krizi de çevre sorunları da toplumların, ülkelerin, sınıfların, toplumsal cinsiyetlerin ve hatta yaş gruplarının tümünü aynı şekilde etkilemiyor. Dolayısıyla çevreye verilen zararlar ya da iklim krizi ile mevcut adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, hakkaniyetsizlikleri derinleştiriyor iktidarlar.
Paris’ten önce de STK’lar bu konuya dikkat çekmek ve iklim adaletinin ve özellikle bunun toplumsal cinsiyet boyutunun uluslararası hukukta yer almasını sağlamak için çokça uğraştılar. Genelde iklim rejiminde olduğu gibi bu konuda da ilerleme çok zayıf. Ancak Kopenhag’ı hatırlarsanız ilerlemenin hiç olmaması ya da gerilemenin olma olasılığı nedeniyle en ufak bir olumlu adımı bile büyük bir memnuniyetle karşılamak durumunda kalıyoruz. Aynı ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi. O nedenle bütün eksikliklerine rağmen Paris Anlaşması’nı hem genel iklim rejimi açısından hem de iklim adaleti açısından olumlu bir adım olarak görüyorum.
Glasgow’daki COP26 ile ilgili çok büyük beklentilerim de yok. Paris-Glasgow arasındaki gerilemelerin giderilebileceğini düşünüyorum. İklim adaleti konusunda ise daha ciddi bir adım bekliyorum. Uluslararası çevre politikalarında da, diğer konularda da taviz verilebilecek alanların öncelikleri değişiyor. Emisyon azaltımı konusunda çok radikal bir karar almak yerine iklim adaletini söylem olarak biraz daha öne çıkarmayı tercih edebilirler gibi geliyor. Önümüzdeki dönemde tartışmalar bu yönde ilerleyebilir. Ancak toplumsal cinsiyet bağlamında konuşuyorum. İklim adaleti çok geniş bir kavram. İçerisinde hem ülkeler arasında adalet, hem de bölgeler, sınıflar ve kuşaklar arasında adalet var. Bu bahsettiklerime dair büyük bir gelişme beklemiyorum. Ama göreceli olarak daha çarpıcı olacak ve devletlere somut hiçbir yükümlülük getirmeyeceğinden emin olduğum toplumsal cinsiyette iklim adaleti konusunda bir ileri adım daha bekliyorum. Hayal kırıklığına uğrayacak mıyım, yoksa tahmin ettiğim gibi bir ilerleme olacak mı diye de merak ediyorum.
Ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk ise çok ciddi bir çevre politika ilkesi. Sadece iklim de değil, bütün ulusal ve uluslararası çevre politikalarında kullanılıyor. Hatta 90’lı yılların başında bu ilkenin formüle edildiği gruplarda çalıştım. Rio bildirgesine girmesi için de özel bir çabam olmuştu Türkiye adına. Bu ilke çevre suçlarındaki sorumluluğu belirlemede çok önemli. Ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi tam hakkaniyet ve adalet kavramlarına dayanıyor. Eğer ben bir başkasının yol açtığı çevresel zararın maliyetine katlanmak zorunda bırakılırsam bu hem hukuken hem de etik olarak çok ciddi bir hakkaniyetsizlik. Bunu bireyler, sınıflar ya da devletler düzeyinde de düşünebilirsiniz. Ben Türkiye’nin küresel düzeyde iklim adaletsizliğine yol açtığını söylüyorum. Türkiye’yi ABD veya Çin ile kıyaslamak resmi politikalar açısından anlaşılabilir bir şey. Ancak Türkiye’yi dünyanın diğer ülkeleriyle de kıyaslamak gerekiyor. Sorumluluk açısından bu ortak.
Peki bunu nasıl paylaşacağız? Sadece en fazla emisyon sorumluluğu olan ülkelere değil, Bolivya’ya, Zimbabve’ye veya Tuvalu’ya bakacaksınız. Çünkü dünyada 190’dan fazla ülke var. Türkiye’de en yüksek emisyona neden olan ülkeler arasında ilk 15 içerisinde yer alıyor. Küresel iklim krizinde istatiksel olarak hiçbir anlam ifade etmeyecek kadar küçük ve hatta hiç sorumluluğu olmayan ülkelerle kıyaslandığında, nasıl bize Çin daha fazla sorumluluk alması gereken bir ülke olarak geliyorsa biz de Tuvalu’ya öyle görünüyoruz. Bolivya’dan, Tuvalu’dan ya da Zimbabve’den Türkiye’ye bakın. Çin, ABD veya AB ile aynı gruptayız. Dolayısıyla sorumluluğu ortak ancak sorumluluğun paylaşımını farklı düzeylerde planlayacaksak her devlet ve o devletlerin içerisinde buna neden olan sektörler ve sınıflar sorumluluklarına sahip çıkmak durumundalar. En zoru da bu tabii ki.
Geçtiğimiz günlerdeki bir haberde Sayıştay raporuna atıf yapılıyordu. Raporda Türkiye’deki sektörlerin birçoğunun, mevzuat gereği Çevre Bakanlığı’na vermeleri gereken emisyon bildirim raporlarını vermedikleri ve Çevre Bakanlığı’nın da bu şirketlere cezai müeyyide uygulamadığı çünkü seragazı emisyon verilerinin ticari sır olduğu yazıyor. Bu çok vahim durum. Hem benim iklim krizinden etkilenmeme yol açacak seragazı yayıyorsunuz hem de buna ilişkin verileri ticari sır sayıyorsunuz. Bu çok enteresan. Dünyada iklim politikalarına ilişkin birçok uygulama aracı var ancak böylesini ne gördüm ne de duydum. Dünyada fosil yakıt şirketlerinin ne derece sorumlu olduğuna dair veriler düzenli olarak yayımlanıyor. Ben aynı şeyi kendi ülkemin özel sektöründen de beklerim.
O nedenle ilkeler mükemmel belirlense bile kağıt üstünde kalırsa bir manası olmuyor. Hukukun üstünlüğünden asla vazgeçemeyiz. Ama bunu hayata geçirmedikten buna ilişkin denetim mekanizmalarını uygulamadıktan sonra hukukun üstünlüğünü de marjinalleştiriyoruz.
Hazır konu Türkiye’ye gelmişken buradan devam edelim. Türkiye’deki iklim rejiminin çevre politikasında adalet ne derece dikkate alınıyor?
Hiç dikkate alınmıyor. Öyle bir bakış açısı yok. Resmi makamların iklim adaleti konusunda bir kafa karışıklığı var. Birincisi BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Türkçesi Resmi Gazete’de yanlış çeviri ile yayımlanmış. Adaleti eşitlik diye çevirmişler. O kadar anlamsız olmuş ki İngilizcede “adalet, ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk” diye giden cümle, “eşitlik ve ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk” olarak çevrilmiş. Eşitliğin olduğu yerde sorumluluk da eşittir, farklılaştırılmaz. Birbiriyle çelişen tuhaf bir tercüme. Zaten hukuken de yanlış. Yanlış burada da kalmıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı bir süre önce verdiği bir demeçte “Biz politikalarımızı eşitlik üzerine temellendireceğiz” dedi. Eşitlik dediği nedir? Tuvalu ile mi ABD ile mi eşit olacak? Yoksa Türkiye’deki tüm vatandaşlara mı eşit sorumluluk yükleyecek? Anlaşılıyor ki bu konu çok ciddiye alınan veya siyasi iradenin oluştuğu bir konu olmadığı için özen gösterilmiyor. Orada adil demesi gerekiyor. “Politikalarımızı hakkaniyetli, adil bir şekilde oluşturacağız” derse bu konuda bir siyasi irade var diyebilirim. Gerçi Cumhurbaşkanı BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında ve sonrasında hakkaniyetten bahsetti. Sanıyorum o konudaki kafa karışıklıkları da gideriliyor.
Türkiye’de şu yok: Mesela bizim çevre mevzuatımız kirleten öder ilkesine dayanır. Onu da kusursuz sorumluluk şartına bağlar. Kirletenin kusuru olmasa bile sorumludur. Bu da adalet açısından çok ileri bir düzenlemedir. Hele 80’li yıllarda yapıldığını ve dünyada o dönemlerde çok az uygulanan çok ilerici bir yaklaşım olduğunu düşünürseniz çok olumludur. Ancak iklimde buna ilişkin, iklim politikalarına yansıtan herhangi bir düzenlememiz yok. Bunu; eylem planlarıyla, mevzuat düzenlemesi, yönetmelik veya genelgeyle iklim krizine yol açan faaliyetlerin sorumlularıyla bundan etkilenenler arasında bir adalet arayışı olsaydı görebilirdik.
Eğer toplumsal cinsiyet açısından bakarsanız onu hiç görmüyoruz zaten. Çalışma belgelerinde iklim krizinden daha çok etkilenen kadın ve kız çocukları ve çocuklara yönelik şu özel tedbirler alınacaktır gibi hedefler de yok. Eğer kuşaklar arası adalete bakarsanız o konuda çok fazla hamaset var. Herkes cümlesine “Dünyayı atalarımızdan miras almadık, torunlarımızdan emanet aldık” diyerek başlıyor. Bu emanet için ne yapıyoruz? Bunu iklim politikalarında bir takvimde görmeliydik. Gelecek kuşaklara iklim adaletini taahhüt etmek için yıllara ve sektörlere ve bütçeleriyle belirlenmiş hedeflere erişebilmeliydik ancak onu görmüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal politikalarında iklim adaletinin öngörüldüğü bir siyasi iradenin oluşmadığını düşünüyorum.