YAZI: Dr. Gül TUÇALTAN, RESLOG Türkiye Projesi Proje Koordinatörü ve Yerel Yönetişim ve Göç Dizisi Yayınları Geliştirici Editörü
Türkiye’de yerel yönetimler, giderek farklılaşan, çok katmanlı ve karmaşık kentsel, toplumsal ve ekolojik meselelere hızla yanıt üretmek gibi ciddi bir sınavla karşı karşıyalar. Suriye krizine bağlı zorunlu kitlesel göçü ve gezegensel kırmızı alarm iklim değişikliği, belediyelerin çalışma bağlamlarını yeniden tarif ederken, çalışma biçimlerinde de köklü değişiklik ihtiyacını beraberinde getiriyor.
Yerel Yönetimlerin Çok-Katmanlı Kentsel, Toplumsal ve Ekolojik Meselelerle Sınavı
Geçtiğimiz on yıl içerisinde Suriye krizi sonrası yaşanan kitlesel göç ile birlikte, başka bir ülkede ikamet etmek durumunda kalan kırılgan bir nüfusu karşılamak ve buna yönelik insani yardım hizmetlerinin yereldeki koordinasyonunu sağlamak Türkiye belediyelerinin görevleri arasına eklendi. Mültecilerin karşılanmasına yönelik belediyeler düzeyindeki süreçler halihazırda sistemsel olarak tarif ve standardize edilmemişken, geçen zaman zarfında farklı bir dile ve yaşam kültürüne sahip göçmenler ve mülteciler, emek piyasalarının ve gündelik yaşamın bir parçası haline geldiler.
Bu da belediyeleri hem artan nüfus için kapsayıcı altyapı planlaması hem de birlikte yaşam ve toplumsal uyumun desteklenmesi için gerekli hizmetlerin tanımlanması gibi iki temel meselenin aktörü haline getirdi. Pek çok belediye bu konularda çoklukla uluslararası kuruluşlardan ve sivil toplum örgütlerinden aldıkları fonlarla projeler düzeyinde adımlar attılar. Ancak, geçtiğimiz yıllarda siyasi, ekonomik ve askeri gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkıp Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika’dan Türkiye’ye yönelen göçler, kitlesel Suriye göçü ve yakın zamanda kitlesel bir hal alan Afgan göçü, belediyelerin göçü karşılama, yönetme, yerel yönetişim, kentsel ve stratejik planlama süreçlerine dahli konusunda attığı mevcut adımların noktasal projelerden kalıcı programlara dönüşmesi ihtiyacına işaret ediyor.
Uluslararası kitlesel göç, Türkiye coğrafyası için artık göz ardı edilemez bağlamsal bir olgu. Türkiye kentleri kitlesel göçlerle dönüşürken ve buna yönelik yanıtlar ararken, bilim insanlarının çok uzun yıllardır duyurduğu, ama devletlerin ve çokuluslu şirketlerin çoğunlukla göz ardı etmeyi tercih ettiği “iklim krizi”nin de frekans ve şiddeti artmakta. Türkiye’de her geçen gün artan sayı ve ölçekte karşı karşıya kaldığımız ve giderek gündelik yaşamın bir parçası haline gelmekte olan aşırı yağışlar, kuraklıklar ve yangınlar buzdağının sadece görünen yüzü. 9 Ağustos 2021 tarihinde Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) de 6’ncı Değerlendirme Raporunu yayınladı. Rapora göre artık karbondioksit ve seragazı etkisi yapan diğer gazların emisyonları önemli ölçüde azaltılsa dahi küresel ısınmanın 2100 yılına kadar 2 derece veya üzerinde bir seyir izleyeceği öngörülmekte. Her ne kadar IPCC uzmanları iklim değişikliğinin etkilerinin etkin ve hızlı politika ve eylem adımları ile sınırlandırabileceğini belirtseler de, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in “insanlık için kırmızı alarm” olarak nitelediği bu durum her geçen gün daha da sık karşılaşmaya başladığımız beklenmedik aşırı hava olaylarının, yangınlar, seller, kuraklık, kasırgalar, fırtınalar gibi afetlerin, biyolojik çeşitliliğin azalması ve türlerin kitlesel yok oluşu gibi geri dönüşü olmayan kayıpların ve bunlara bağlı toplumsal ve ekonomik çalkantıların sürekli hale gelmesi demek.
2020 yılı sonunda 104 ülke ve bölgeden yaklaşık 7 milyon kişi afetler dolayısı ile ülkeleri içinde yer değiştirdiler. Afetler nedeniyle ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin en fazla olduğu ilk beş ülke sırasıyla Afganistan (1,1 milyon); Hindistan (929.000); Pakistan (806.000); Etiyopya (633.000) ve Sudan (454.000). Birleşmiş Milletler Mülteciler YüksekKomiserliği (UNHCR) notlarına göreyse 2008 yılından beri her yıl yaklaşık 21,5 milyon kişi aşırı iklim olayları nedeniyle zorunlu göç ediyor. Yani, “iklime bağlı iç göç” ve henüz uluslararası kuruluşlar ve devletler düzeyinde resmi bir statü kazanmamış olsa da “iklim mülteciliği” 21. yüzyıl göç ve kentleşmesinin önemli bir gerçekliği olarak karşımızda. Çok da uzak olmayan bir gelecekte susuzluk, kuraklık ve gıda krizi nedeniyle yoğunlaşacak bu göçlerin önemli adreslerinden birinin Türkiye olacağını öngörmek ve buna hazırlıklı ve planlı olmak adına hem ulusal hem de yerel düzeydeki çalışmalara şimdiden başlamanın gerekliliğinin de altını çizmek hata olmaz.
Tüm bunlar ışığında kentsel, ekonomik, siyasal, mekânsal ve ekolojik sistemlerin radikal şekillerde dönüştürülmesi artık bir zorunluluk. Yerel yönetimler de hem iklim değişikliğini önleme (mitigation) hem de iklim değişikliğinin geri dönüşü olmayan etkilerine uyum (adaptation) alanındaki eylemlerin temel öznelerinden. İklim değişikliği yerel yönetimler tarafından kentleşmenin yönetimine dair her adımda göz önünde bulundurulması gereken gezegensel bir olgu. Afetlerin, toplumsal ve ekonomik çalkantıların norm haline geldiği bir dünyaya temel yanıt bugün hali hazırda teknik altyapıya yönelik teknolojik müdahalelerde aranmakta. Oysa ki, bu böylesi bütüncül bir krizin ancak bir ayağı olabilir. İklim değişikliğine bağlı afetlerin sebepleri olduğu kadar sonuçları politik, ekonomik ve toplumsal ve toplumsal adalet, adil bölüşüm ve kapsayıcı katılım alanlarını da doğrudan ilgilendirmekte. Bu bağlamda, halihazırda bu mekanizmalar içinde dezavantajlı konumda bulunan -mültecilerin de içinde bulunduğu- topluluklar yine iklim değişikliğine bağlı afetler karşısında da kırılganlığı en yüksek gruplar. Özellikle sosyo-ekonomik anlamda dezavantajlı ve farklı dil konuşan, ekonomik ağlara, sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerine ve toplumsal dayanışma ağlarına erişimleri kısıtlı olup, altyapı ve mekân kalitesi düşük konutlarda barınan mültecilerin iklim değişikliği karşısında zarar görebilirliği ve kırılganlığı en yüksek olan topluluklardan olduğunu söylemek hatalı olmaz. Yaş, engellilik, cinsiyet gibi durumlar bu kırılganlığı daha da derinleştiren etmenler.
Özetle, artık Türkiye belediyelerinin attıkları adımlar için belirleyici iki temel bağlamsal olgu olan göç ve iklim değişikliği de birbirinden bağımsız meseleler değil. İklim kaynaklı göç ile birlikte ve göçmen ve mültecilere yönelik çalışmalar da iklim değişikliğini göz önünde bulunduracak şekilde ele alınmalı.
Yerel Yönetimlerin Hareket Alanı
Bugün Belediye Kanunu’nun 13. Maddesine göre “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır.” Belediyelerin mültecilere hizmet sunumuyla yükümlü oldukları su götürmez bir gerçek. Ancak, süregelen kitlesel göçe dair siyasi partiler düzeyindeki dışlayıcı duruşlar, mültecilerin yasal statüsü, mevcut ulusal göç politikalarının yerel yönetimlerin kentleşme alanındaki ihtiyaçlarından çok merkezi idare düzeyindeki stratejilere odaklanması, halihazırda zaten belediyelerin tüm çalışmaları önünde engel teşkil eden finansal kaynakların kısıtlılığı ve personel yetersizlikleri ile beraber belediyelerin göç alanındaki faaliyetlerini kısıtlamakta.
İklim alanına baktığımızda ise belediyelerin çalışmalarına yön verecek ulusal hukuki bir çerçeveden henüz söz edemesek de uluslararası anlaşmalar ve mekanizmalar çerçevesinde belediyeleri yönlendirecek mekanizmalar mevcut. Türkiye belediyeleri içinse uluslararası ve bölgesel düzeyde kabul gören iki ana yönlendirici mekanizma ve araçtan bahsetmek mümkün. Bunlardan uluslararası düzeyde olanı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamındaki 2016 tarihli ünlü Paris Anlaşması. İmzacısı olan 197 ülkenin 191’i tarafından onaylanan anlaşmayı imzalamasına karşın meclisinden geçirip onaylamayan 6 ülkeden biri de Türkiye*. Buna karşın anlaşma tarafından devletlerce hazırlanması desteklenen Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesini (2010-2023) hazırlamış ve yine Paris Anlaşması çerçevesinde özellikle önerilen azaltım ve uyum araçlarından biri olan yerel iklim eylem planlarının (YİDEP) hazırlanmasına ilişkin yönetmelik de belli bir süredir yapım aşamasında.
Ancak, belediyeler için daha yönlendirici ve bağlayıcı çerçevelere ve uygulama araçlarına ihtiyaç var. 2019 yılında Türkiye’den farklı siyasi yönelimleri olan ve aralarında kitlesel göçten ağırlıklı olarak etkilenen belediyelerin de bulunduğu 24 belediye “İklim için Kentler” adıyla bir deklarasyon sunup Paris Anlaşması çerçevesinde 2030 yılına kadar gezegensel ısınmanın 1,5 derece sınırını aşmaması için gerekli çalışmaları gerçekleştirmeyi taahhüt etmeleri yerel düzeydeki planlama çalışmalarına yön verecek araçlara yönelik ihtiyacın en önemli göstergesi.
Türkiye belediyelerinin çalışmalarına çerçeve sağlayacak bölgesel düzeydeki mekanizma ise 2019 yılında Avrupa Birliği (AB) tarafından benimsenen yeni “sürdürülebilir ekonomik büyüme stratejisi” Avrupa Yeşil Mutabakatı. Yeşil Mutabakat, iklim alanında 2050’ye kadar AB’nin net seragazı emisyonlarının sıfırlanmasını hedeflerken çevre dostu gıda sistemleri, biyoçeşitliliğin korunması, temiz, erişilebilir ve güvenli enerji, sıfır kirlilik, döngüsel ekonomiye geçiş alanlarını da üzerinde çalışılması gereken temel alanlar olarak tarifliyor.
Emisyonları azaltırken istihdam imkanları da yaratma iddiasında olan bu ekonomik-ekolojik strateji her ekonomik “büyüme” ve kaynak kullanımının ayrı düşünüldüğü (decoupling) ve karbon yoğun ekonomik sektörlere ağırlıklı müdahale hedefleyen bir “adil dönüşüm” öngörmekte. Bu adil dönüşüm mekanizmasına Türkiye’den ulusal düzeyde gelen ilk yanıt Cumhurbaşkanlığı’nın 16 Temmuz 2021 tarihli Yeşil Mutabakat Eylem Planı Genelgesi oldu. Genelge konuyla ilgili 9 bakanlıktan oluşan bir çalışma grubu oluşturulmasına dair esasları kapsarken bir yandan da AB ile bu zamana kadar “tesis edilen ileri ekonomik bütünleşme ile ülkemizin küresel ekonomiye ve tedarik zincirlerine sağladığı entegrasyonun güçlendirilmesi” konusuna odaklanmaktaydı.
Yeşil Mutabakata yönelik ulusal düzeydeki mevcut temel doküman olan Genelge’de mevcut ulusal iklim stratejisi ya da yerel yönetimlere dair bir yaklaşım sunulmazken, Mutabakat yerel yönetimlerin ilgili faaliyetlerine çerçeve oluşturacak üst ölçekli planlama çalışmaları ve finansman araçları sunmakta. Bu kapsamda Adil Dönüşüm Fonu (Just Transition Fund) “karbon nötrlüğe” geçişte sosyoekonomik zorluklarla karşılaşacak bölgelere 2021-2027 yılları arasında toplam 100 milyon avroluk destek sağlamayı amaçlayan yeni bir finansal araç. Bu fon ile ulus devletler tarafından AB NUTS 2 bölgeleri (AB İstatistiki Bölge Birimleri Nomenklatörü’nün bölgesel politikaların uygulanması için belirlediği temel bölgeler) ile uyumlu adil dönüşüm alansal planları (territorial plans) oluşturulacak. Henüz Türkiye’de buna ilişkin herhangi bir çalışma olmamasına karşın Ufuk2020 Programı kapsamında TÜBİTAK üzerinden bir Avrupa YeşilMutabakat (2021-2027) çağrısı gerçekleştirildi. Bunun yanı sıra Yeşil Mutabakat yine AB Katılım Öncesi Mali Yardım Programı Üçüncü Dönemi (IPA 3) çerçeve konuları arasında da yerini aldı. Yani belediyeler, eğer varsa iklim eylem planları kapsamında belirledikleri öncelikli faaliyetler, yoksa geliştirecekleri projeler ile bu finansman kaynaklarından faydalanabilirler.
Bu gelişmeleri esas meselemiz olan göç, iklim değişikliği ve yerel yönetişimin kesiştiği alan çerçevesinden ele alırsak, yakın zamanda Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından da net bir şekilde ortaya konulduğu üzere Yeşil Mutabakata ilişkin çok sayıda doküman için göç önemli bir odak olarak karşımıza çıkmamakta. Yararlanıcılar, bileşenler ve hedefler hep AB sınırlarında yaşayan nüfuslara yönelik olarak tanımlanmış ve iklim-göç ve yerinden edilmeye dair tek referans ise sadece bir komisyon tebliğinde doğrudan ele alınmakta. Bu iklim değişikliğinin sonuçlarından en çok etkilenecek gruplardan olan göçmen ve mültecilerin göz ardı edilmesi, hem AB’nin “kimsenin geride bırakılmaması” (Leave no one behind!) prensibi ile çelişirken hem de göçmen yoğun sektörler olan tarım, imalat ve inşaat gibi sektörlerdeki dönüşüm için kapsayıcı ve bütüncül bir bakış açısının benimsenmesi önünde engel olarak karşımıza çıkmakta.
Kısaca, Türkiye belediyeleri iklim değişikliği alanındaki çalışmalarını kendilerine somut ve bütüncül veri toplama, planlama ve uygulama araçları sunmayan uluslararası bir çerçeve sistem içerisinde, yoğun ve kestirilemeyen uluslararası kitlesel göç bağlamında, finansal kısıtlara karşın sürdürmek durumundalar. Mevcut kaynakların ve kapasitelerin harekete geçirilmesi, yenilerinin yaratılması, siyasa, planlama ve uygulama alanındaki yeniliklerin takibi ve ulusal ve ulus-üstü düzeyde yerel yönetimlerin ihtiyaçlarının temsil edilmesi için gerekli ağ ve mekanizmalar ile beraber çalışma kültürünün geliştirilmesi bugün her zamankinden daha da elzem bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmakta. İşte RESLOG-Yerel Yönetişimde Rezilyans Türkiye Projesi(1) de böylesi bir bakış açısı ile geliştirildi ve uygulanıyor.
RESLOG Türkiye Yaklaşımı ve Bilgi Zeminini Geliştirme Faaliyetlerinde İklim Değişikliği, Göç ve Yerel Yönetişim
RESLOG 2018 yılında başlayan ve 2021 yılı sonu itibari ile sonlanacak, İsveç Hükümeti tarafından fonlanan, yaşam ömrü belirli bir proje. Proje, Suriye krizi sonrası kitlesel göçten yoğun olarak etkilenen yerel yönetimlerin barışçıllık, kapsayıcılık, bütüncül planlama yaklaşımı (holistic approach), kesişimsel ve ilişkisel düşünme ilkeleri doğrultusunda desteklenmesi için rezilyans (Eng: resilience)(2) ve birlikte yaşam kavramlarından yola çıkarak belediyeler ve belediye birlikleri ile gerçekleştirilen ihtiyaç analizi doğrultusunda tasarlandı. Burada temel amaç, belirli kaynaklar ve kısıtlı bir zaman çerçevesi içinde en büyük etkiyi yaratmaktı. Bunun en önemli araçlarından birinin de yerelin planlama ve uygulama alanlarındaki bilgisinin geliştirilmesi için beraber öğrenme (co-learning) ve mevcut deneyimin aktarılması için de birlikte üretme (co-production) mekanizmalarının aktive edilmesiydi.
Bu kapsamda da projenin bölge düzeyindeki temel bileşeni olan “Bilgi Zeminini Geliştirme Faaliyetleri”ni oluşturduk. Bu kapsamda belediyelerin mevcut faaliyetlerinin çerçevesini çizen konular, çalışmalarını zenginleştirecek yaklaşımlara ve öz deneyimlerine odaklanan 12 yayından oluşan Yerel Yönetişim ve Göç Dizisi I (2018- 2020) ile belediyelerin her faaliyetinde göz önünde bulundurması gereken iklim değişikliği, sürdürülebilir kalkınma amaçları, toplumsal cinsiyet, aktif hemşerilik ve kapsayıcı yönetişim konularında 5 yayından oluşan Yerel Yönetişim ve Göç Dizisi II’yi (2021) hazırladık.
Bu yayınlar; göç, kent planlama ve yerel yönetişimin kesişiminde duran ve bu alanın var olan bilgisini yerel karar vericilerin bakış açısı ve uygulamalarını olumlu yönde etkileyebilecek yeni yaklaşımlarla harmanlamayı amaçladı. Her bir yayınımıza konu olan temel meseleleri de Marmara Belediyeler Birliği (MBB) bünyesinde düzenlediğimiz, seminer, panel ve/veya çalıştay formatındaki interaktif etkinlikler olan Yerel Yönetişim ve Göç Buluşmaları ile de ele aldık ve almaya devam ediyoruz.
İklim değişikliği RESLOG bilgi zeminini geliştirme faaliyetlerinin odak noktasında olmasa da bu faaliyetler kapsamında belediyelerin kitlesel göç ve yerel yönetişimin kesiştiği alan da dahil olmak üzere tüm alanlardaki stratejik yön belirleme, plan, program, proje, faaliyetler ve uygulamalarında göz önünde bulundurması gereken bir gerçeklik olarak ele alındı. Bu doğrultuda yazının önceki bölümlerinde tariflenen genel yaklaşım ve planlama araçlarının eksikliklerine istinaden belediyelerin göç, iklim değişikliği ve yerel yönetişimin kesiştiği alandaki faaliyetlerinde öncelikli olarak desteklenmesi gerekli üç temel ve öncelikli ihtiyaç alanı belirledik.
Bu alanda yayınlar ürettik. Bunlardan ilki iklim değişikliği, göç ve yerel yönetişimin kesiştiği alana yaklaşımın nasıl olması gerektiği üzerineydi. Bu alanda UN-Habitat Risk Yönetimi ve Kentsel Rezilyans Programları eski yöneticisi Daniel Lewis ile birlikte çalışarak, kentleri açık-kompleks sistemler olarak ele alan ve yerel yönetimlere afet risklerinin önceden belirlenmesi ve hazırlıklı olunması konusunda rezilyans ile bütüncül ve uzun erimli planlama perspektifini sunan Rezilyans Kavramı: Ortaya Çıkışı, Evrimi ve Uygulanabilirliği-Bir Kentsel Rezilyans Kılavuzu (2020) adlı kitabı hazırladık. Bu yayında yerel yönetişimin tüm aşama ve alanlarına entegre edilebilecek olan, kentsel sistemlerin şoklar ya da uzun süreli stresler, zorlayıcı deneyimler sonrası toparlanma ve dönüşüm süreçlerini ele alan rezilyans yaklaşımını teorik ve uygulaması imkansız hantal bir kavram olmaktan çıkarıp, uygulamaya yönelik araç ve örnekler sunacak şekilde aktardık. Konunun mekânsal, fiziksel, organizasyonel, toplumsal, işlevsel ve zamansal boyutlarını ele aldık. Yine bu çalışma çerçevesinde ele alınan, Sendai Afet Risk Azaltma Çerçevesi (2015-2030) doğrultusunda hazırlanmış kapsamlı bir analiz ve planlama aracı olan Kentlerin Afet Risk Azaltma Karnesi de RESLOG desteği ve Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltma Ofisi (UNDRR) işbirliği çerçevesinde Türkçeleştirilerek, Türkiye yerel yönetimlerinin kullanımına kazandırıldı.
Tariflediğimiz ikinci temel ihtiyaç alanı ise veri üretimiydi. Bu kapsamda yerel yönetimlere, verinin bulunmadığı, olsa dahi güvenilir olmadığı ya da erişilemediği durumlarda belediyelerin sahada kendileri için gerekli verileri toplayabilmesine yönelik bir yöntem sunmayı hedefledik. Bu amaçla Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (UN-Habitat) ile işbirliğine giderek kentsel profil oluşturma yöntemini ele aldığımız İnsani Yardım ve Kalkınma Bağlamında Kentsel Profil Oluşturma: Göçten ve Mülteci Krizinden Etkilenen Türkiye Belediyeleri için Bir El Kitabı (2020) yayınını ürettik. Göçten etkilenen belediyelerdeki mekânsal, sosyal ve ekonomik değişimlerin (yönetişim, konut, altyapı, sağlık, eğitim, açık yeşil alanlar gibi) tespiti için verilerin toplanması ve haritalanarak kalkınma, mekân ve kent planlama süreçleri ile ilişkilendirilmesi konusunda etkili bir araç olan kentsel profil oluşturma metodu ile ele alınan konular aynı zamanda göç, iklim değişikliği ve yerel yönetişim alanında belediyelerin müdahale ve uygulamalarının çerçevesini çizen ve hareket alanlarını belirleyen temel konuları ele almakta. Yayın, yine belediyelere, çalışmaya yönelik personel ya da uzmanlık kurum bünyesinde olmasa dahi ilgili kurum ve kuruluşlarla (üniversiteler, STK’lar, araştırma enstitüleri gibi) işbirliği içerisinde hareket ederek sahanın bilgisini nasıl toplayacaklarını anlatmakta.
Üçüncü ve son olarak, belediyelerin alanın genel bilgisine, mevcut uygulama araçlarına ve bunların iyileştirilmesi için önerilere olan ihtiyacına istinaden Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümünden bir grup akademisyenle birlikte çalıştık. Prof. Dr. Osman Balaban ve Araştırma Görevlileri Busen Özgür ve Begüm Sakar tarafından hazırlanan İklim Değişikliği, Göç ve Yerel Yönetimler (2021) yayını ile iklim değişikliğinin nedenleri, sonuçları ve iklim değişikliği ile mücadele süreçlerine ilişkin bilimsel ve teknik bilgileri, yönetişim çerçevesini ve uygulama araçlarını eleştirel ve tarihsel bir perspektif ile sunduk. Kitapta ayrıca göçün nedeni ve göçmenlerin kırılganlığını artıran bir unsur olarak iklim değişikliği iklim adaleti kavramından hareketle ele alındı. Bu çerçevede, iklim krizinin en çok etkilediği dezavantajlı grupları temel düzeyde aktarırken, RESLOG’un odağında olan göçmen ve mülteci grupları iklimsel olaylar karşısında savunmasız ve kırılgan hale getiren unsurları ise kapsamlı bir biçimde ele aldık. Yerel iklim planlaması ve yönetişiminin ana plan ve politika aracı olan iklim eylem planlarını da yine eleştirel bir süzgeçten geçirerek sunduğumuz yayında iklim eylem planlarını ve iklim değişikliğine uyumu “göçlendirmek” için olmazsa olmaz olduğunu düşündüğümüz bir analiz ve planlama yöntemi olan çerçevesi olan Risk ve Sosyal Kırılganlık Analizi yöntemine de detaylı bir biçimde yer verdik.
Kapsayıcı ve Adil Dönüşüm Acil İhtiyaç
Bugün yerel yönetişimde kapsayıcı ve adil dönüşüm her zamankinden daha acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu dönüşüm sürecinde tüm karmaşıklığı ve zorluğuna karşın göç ve iklim değişikliğinin bağlamsal ve gezegensel birer gerçeklik olarak göz önünde bulundurulması Türkiye yerel yönetimleri için toplumsal ve ekolojik bir sorumluluk ve zorunluluktur. Bunları yok sayan planlama yaklaşımları benimsemek ve uygulamalar gerçekleştirmek uzun erimde toplumsal gerilimlere ve ekonomik kayıplara altlık oluşturmak anlamına gelmektedir.
RESLOG projesi kapsamında ürettiğimiz bu yayınlar ile kapsayıcılık, barışçıllık ve sosyo-ekolojik adaletin birbirinden ayrı meseleler değil bir bütünün parçası olduğunun kabullenilmesi temel mesajını aktarırken, kentlerimizi planlamak için bugüne kadar kullandığımız geleneksel araçlar ve düşünce biçimlerinin değiştirilmesine de katkı sağlama amacını güttük. Belediyelere kısıtlı finansal kaynaklar, hukuki belirsizlikler, ayrımcılık ve veri eksikliği gibi yapısal sorunlara karşın hizmet sunumuna devam etmelerini sağlayacak yaklaşımlar, araçlar (analiz, planlama, finansman, uygulama, denetim ve değerlendirme) ve işbirlikleri (ilgili yerel, ulusal, uluslararası aktörler ve ağlar) sunmaya çabaladık. Akademik yazından ve kapsamlı analizlerden farklılaşan bu yayınlarla belediyecilik alanında umut, moral, motivasyon, deneyim paylaşımı, bilgi aktarımı ve olumlu çalışmaların paylaşılması ve bu alanda çalışma istekliliğinin, bilinç düzeyinin artırılmasını hedefledik. İklim değişikliği, göç ve yerel yönetişimin kesiştiği alana dair yaklaşımımızın omurgasını oluşturan bu yayınların, RESLOG projesi tamamlandıktan sonra da yerel yönetimlerimize karar alma ve planlama mekanizmalarını kapsayıcılık ve sosyo-ekolojik adaleti göz önünde bulunduracak şekilde dönüştürme yolunda katkı sağlamasını ve mültecilerin de bir parçası olduğu tüm dezavantajlı toplulukların yaşam kalitesinin iyileştirilmesi yönünde çalışmalara yön vermesini dileriz.
Notlar:
(1) RESLOG Türkiye, İsveç Yerel Yönetimler ve Bölgeler Birliğinin, Türkiye Belediyeler Birliği, Marmara Belediyeler Birliği ve Çukurova Belediyeler Birliği ile kurduğu işbirliği ve proje ortaklığıyla yürütülmektedir. Projede, Marmara ve Çukurova bölgelerinden olmak üzere toplam 12 pilot belediye ile birlikte çalışılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgi için lütfen https:// www.reslogproject.org/ sitesini ziyaret ediniz.
(2) Rezilyans, RESLOG Türkiye projesi kapsamında stres ve şokları karşılama ve ardından hayatı normale çevirme ve gelecekte gelişebilecek diğer şok ve streslere yönelik hazırlıklı olma kabiliyetinin geliştirilmesi olarak tariflenmiştir. Türkçede kavram için dayanıklılık, esnek dayanıklılık, dirençlilik gibi karşılıklar aransa da hiçbiri bu çerçeveyi tam olarak karşılamamaktadır. Tatmin edici bir karşılık bulunana kadar Latinceden Rezilyans sözcüğünü ödünç alarak kullanmanın yerinde olacağını düşünülmüş ve bu sebeple proje boyunca üretilen tüm dokümanlarda bu terimi kullanılmıştır.
*Bu yazı yazıldığında Paris Anlaşması’na dair açıklama henüz yapılmamıştı.