SHURA Enerji Dönüşüm Merkezi Direktörü Dr. Değer Saygın, elektrik talebinde %6 veya %7 büyümenin zor olduğunu belirtirken, “Ancak yakın gelecekte olabilecek ilave elektrik talebinin büyük bir çoğunluğu yenilenebilir enerjiden karşılanacak. Sektörün de beklentisi bu yönde. Bu çoğunlukla güneş ve rüzgar olacak” diyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Aktif olarak iki senedir enerji dönüşümü alanında çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu zaman zarfını nasıl değerlendirirsiniz?
SHURA’nın yapısını kısa bir şekilde anlatarak başlayayım. SHURA sadece Türkiye ve Türkiye’deki enerji sektörü için çalışan Türkiyeli bir düşünce merkezi. Konusunda ilk ve tek. İki amacı var. İsminden de tahmin edebileceğiniz gibi bir diyalog platformu. Türkiye enerji sektörü içerisindeki kamu, özel sektör ve sivil toplumu aynı platformda enerji dönüşümü ile ilgili farklı konularda tartıştırmayı amaçlayan bir kuruluş. Diğer bir amacı ise enerji sektörüne yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği açılarından bakarak bu konulardaki politik gidişata yön verebilmek ve vizyon sağlayabilmek amacıyla veri bazlı ve bağımsız çalışmalar yapmak.
Kuruluşundan bu yana geçen iki sene içerisinde çok aktif bir süreçten geçtik. İlk yayımladığımız rapor, Türkiye’de iki üç sene öncesinde çok fazla soru işareti olan iletim şebekelerine dairdi. Güneş ve rüzgar sisteme daha fazla eklenirse ve daha fazla tüketim gelirse nasıl bir etki olur, Türkiye iletim şebekesi mevcut planlar üzerinden ne kadarlık bir yükü kaldırabilir sorusunu cevapladık. Şu anda güneş ve rüzgarın toplam tüketim içerisindeki payı %10 seviyelerinde. Sistemin esnekliği el verirse %30’lara kadar çıkabileceğini gösterdik. Tabii oradaki anahtar konu sistem esnekliği. Esneklikten de kastımız dengeleme. Güneş ve rüzgarın kesintili veya değişken karakter sahibi olan iki enerji kaynağı olduğunu düşünürseniz, bunların fazla veya az ürettiği zamanlarda gerekli olan esneklik prensibinden yola çıkarak denge unsuruna baktık. Bunun farklı yöntemleri var. Depolama zaten bunlardan bir tanesi. Elektrikli araç tanıtımından sonra depolama bir kat daha önem kazandı, çünkü aynı teknoloji elektrik sektöründe kullanılırken ulaştırma sektöründe de kullanılıyor. Depolamanın
farklı yöntemleri var. Elektro kimyasal denilen konu aslında işin kimyasal kısmı. Bunun daha mekanik yöntemleri de var. Pompajlı hidroelektrik Türkiye’de şu anda yok ancak kamu tarafından belli planlamalar çerçevesinde özel sektörle birlikte bununla ilgili yol haritaları çıkartıldı. Türkiye’de uygun yerler belirlendi. Bunlardan bir tanesi Bilecik’te Gökçekaya Barajı.
Bir diğer konu işin talep tarafı katılımı. Yani benim elektrik tüketimimi güneş ve rüzgar üretimine paralel bir şekilde, tabii bunun bilgisi bana geldiği ve fiyat sinyali ya da başka bilgiler aktarıldığı sürece, benim daha aktif bir tüketici olmam. Güneş ve rüzgar kapasitelerinin daha stratejik bir şekilde yerleştirilmesi de önemli bir konu. Tüketilen yerde üretilerek şebeke yatırımlarının azaltılmasını inceledik ilk çalışma serimizde.
Esnekliği artırabiliyoruz ancak bunun da bir maliyeti olacaktır. Bahsettiğiniz seçeneklerin maliyeti nedir?
Türkiye’de esneklik dendiği zaman, başka türlü faydaları olduğu için, ilk düşünülen şey depolama. Çok basite indirgemek istemiyorum ama depolama yapılsın, iş çözülsün düşüncesi hakim. Depolama elbette Türkiye gibi yarımada karakteristiğine sahip bir şebekesi olan ve komşularıyla çok fazla elektrik ticareti olmayan bir ülke için önemli bir teknoloji, çünkü sizin kendi içerinizde bu işi çözmeniz için, doğalgaz santrallarına alternatif bir teknoloji depolama. Fakat iletim şebekesine koyarsanız maliyeti hâlâ yüksek. Çalışmamızda da dört farklı kimyasal depolama teknolojisini inceledik: Lithium, yüksek sıcaklıklı, akışkana dayalı ve kurşun asit depolama teknolojileri. Faydaları kesinlikle yüksek ve sistemin işletimini çok kolaylaştırıyor. Maliyet olarak da uzun zamanda geri dönüyor. Ancak ilk yatırım maliyeti de diğer esneklik seçeneklerine kıyasla şu anda daha yüksek.
Pompajlı hidroelektriğin de ilk yatırım maliyeti yüksek ama ömrü uzun bir teknoloji. Belki milyarlar koyuyorsunuz ama 60-70 sene hizmet sağlıyor. Bu anlamda bir şans getiriyor. Bu nedenle esneklik faydası maliyetine çok yakın.
Talep tarafı katılımının ise bir ilk yatırım maliyeti yok. Siz bu sayaçlarla bir sistem kurabilirseniz ve bana doğru fiyat sinyali ve bununla ilgili bilgi verebilirseniz, ilave donanım yatırımı olmadan elektrik tüketimimi kaydırıp, belli zamanlarda azaltıp çok kolay bir şekilde bunu sisteme tekrar katabilirim. Ama talep yatırımı, ilk yatırım faydası olmaması ve yüksek aktivasyon maliyeti sebebiyle “son çare” bir seçenek. Aktivasyon maliyeti yüksek, kolay bir şey değil. Çünkü benim elektrik tüketimimi bir anda değiştirebilmem anlamına geliyor. Ben son tüketici olarak bir sanayi kuruluşu değilim. Sanayi biraz daha kolay yapabilir.
Bu sürede başka raporlar da yayımladık. Son olarak, 23 Aralık’taki elektrikli araç tanıtımından birkaç gün önce Türkiye’de elektrikli araçların dağıtım şebekelerine nasıl entegre edilebile ceğine dair bir çalışma yayımladık. Paydaşlarımızın çok ilgisini çekti. Kamunun önerisi üzerine yaptığımız bir çalışma oldu.
İklim Haber'i Telegram'da Takip Edin!İklim Haber'i Linkedin'de Takip Edin!
Uluslararası analistlere göre elektrikli araçlar 2020’de çok ciddi bir ivme kazanacak. Sizin de çalışmanız şarj istasyonları üzerine. Çalışmanızdan biraz daha detaylı bahseder misiniz? Bir de enerji dönüşümü üzerine konuşurken bu araçların üretiminin neden olduğu salımdan da bahsetmemiz gerekiyor. İşin bu tarafı gözden kaçırılıyor mu?
Elektrifikasyon, enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjinin ortasında olan bir yapı. Elektrifikasyonun iki tipi var. Evlerde ısı pompalarıyla ısıtmada kullanabilirsiniz veya ulaştırmada elektrikli araçlarla yapabilirsiniz. Elektrikli araçlar yerel hava kirliliğinin azaltılmasına doğrudan olumlu katkı veriyor. Ancak hava kirliliği yerelde azalırken bu elektrik nasıl sağlanıyor, en önemli soru bu. Siz elektriği emisyona neden olan fosil kaynaklar ile sağlıyorsanız aslında emisyonlara devam ediyorsunuz. Hatta elektrifikasyon nedeniyle artabilir bile. Elektrifikasyonun yenilenebilir enerji ile olmadığı sürece, yerel hava kirliliğinin sınırlandırılması dışında belli bir faydası yok.
Genellikle ulaştırma sektörü emisyon açısından biraz unutulan bir sektör. Hep elektrik sektöründen konuşuyoruz haklı olarak. Ulaştırma sektörü Türkiye’de en fazla emisyona sahip olan sektörlerin başında geliyor. Bunun sebebi de %99’dan fazlasının petrol kaynağından geliyor olması. Siz bu sektörü dönüştürmek istiyorsanız ya daha verimli bir hale getireceksiniz ya alternatif yakıt üreteceksiniz ya da elektrifikasyona gideceksiniz. Türkiye’nin alternatif yakıt üretmek için bu kadar hızlı artan araç sahipliği durumunda çok fazla bir seçeneği yok. Bizim çözümümüz elektrifikasyon aslında.
Çalışmaya dönecek olursak, günümüzde 1500 kadar elektrikli araca sahibiz. Bir o kadar da şarj istasyonu olduğunu düşünürseniz, biz çalışmada 2.5 milyon, yani 1500 katı daha elektrikli aracın sisteme entegre edilebileceğini gösterdik. Gerçekçi mi, değil mi? Bence sorulardan bir tanesi bu. 2018 yılının sonunda tüm dünyada 5 milyondan fazla elektrikli araç vardı. Bu rakamın geçen senenin sonunda daha da arttığını, aynı sayıda da şarj istasyonu olduğunu düşünelim. Beklenti gelecek 10 sene içerisinde elektrikli araç sayısının 120 ila 250 milyona ulaşması. Türkiye’nin ulaştırma sektörünün dünyanın %1’i olduğunu düşünürseniz, Türkiye’deki elektrikli araç sayısının 1 ila 2.5 milyon elektrikli araca denk geleceğini göreceksiniz. Tabii bunlar Türkiye’nin küresel seviyedeki piyasa akışını takip etmesine bağlı. Eğer Türkiye bu yerel aracı hedeflediği tarihlerde yapabilir ve bununla ilgili piyasa oluşturabilirse bu satışın önüne geçilemeyecek, çünkü bunun birçok avantajı var.
Baktığınızda tüm dünya için de geçerli olan soru bunun nerede şarj edilebileceği yönünde. Biz bu soruyu çalışmada cevapladık. Üç tane şarj noktası belirledik: Ev, işyeri ve halka açık alanlar. 2.5 milyon araç için 1 milyona yakın şarj noktası belirledik. Toplam dört bölgede bir değerlendirme yaptık: İstanbul (Anadolu yakası), Ankara, Adana ve İzmir. Bu bölgeleri Türkiye’de elektrikli araçların ilk piyasasının oluşacağı bölgeler olarak da düşünebilirsiniz. Hem metropol hem kırsal alanları inceledik.
Dağıtım şebekelerindeki problem sayısına baktık. Planlanan yatırımlar 2030 yılına kadar devam ederse, bu kadarlık bir elektrikli aracı bu şarj istasyonları ile birlikte Türkiye’nin çok çok düşük bir maliyetle kaldırabileceğini gösterdik. Sonuçlar da önemli bence, çünkü bunun altyapısı önemli. Güneş ve rüzgarı kuruyorsunuz ve elektriği satıyorsunuz ama elektrikli araçlarda bir altyapı yapılması gerekiyor ve buradan çıkacak faydaların, sisteme olası tehditlerin de anlaşılması gerekiyor.
İlk çalışmanızda da yer verdiğiniz yenilenebilirin tüketiminin daha fazla olduğu yerlerde konuşlandırılmasına dair, iki senelik sürede bir gelişme var mı?
Bunu rüzgar ve güneş olarak ayrı ayrı incelemek lazım. Rüzgar biraz daha avantajlı bu konuda. Rüzgarın kaliteli olduğu yerler batı bölgeleri. İzmir ve civarında da talep zaten çok fazla. Burada ürettiğiniz yerde tüketiyorsunuz. Güneşte ise sorun biraz daha büyük. Güneşte kalitemizin en iyi olduğu yer, güney ve doğu bölgelerimiz. Yıl içerisinde metrekare başına düşen güneş kalitesinden bahsediyorum. Burada bizim o kadar fazla tüketimimiz yok. Bu bölgelere çok fazla güneş santralı koyarsanız, tüketimin olduğu yere elektriği getirmek için ilave şebeke altyapısına ihtiyacınız olur. Eğer mevcut şebekeyi kullanmak isterseniz, güneyden ve doğudan batıya, kuzeybatı bölgesine yük akışını da eklersek, mevcut şebekeyi daha çok doluluğa itersiniz. Bu tabii ki işletimi zorlaştırıyor. Güneş bu anlamda daha çok etkileniyor. Ama son iki sene içerisinde, mahsuplaşmayla ilgili Türkiye’de bir yönetmelik çıktı. Özellikle dağıtık enerjiyi, çatı tipi güneş enerjisini destekliyor. Mahsuplaşma dediğiniz şey de ürettiğiniz yerde tüketimi destekliyor. Baktığınızda güneş kapasitemizin çok büyük bir kısmı ne kadar lisanssız da olsa şebeke ölçeğinde sistemler.
İkinci gelişme de YEKA’larda (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları) oldu. İlk YEKA’yı hatırlarsanız tek bir kapasite, 1000 MW’lık bir kurulu güçtü. O büyüklükteki bir kurulu güç için ihale olması YEKA’nın maliyeti açısından başarı getirdi. Tabii onun arkasında sanayi politikası olan bir sinerji de vardı. O apayrı bir konu ancak buna katılımcı ve finansman açısından baktığınızda Türkiye’de YEKDEM ile kurulmuş olan küçük ve orta ölçekli güneş enerjisi ve değer zincirindeki aktörlerin çok kolay katılabileceği bir sistem olmadığını görürsünüz. Herkesin o sermayeyi veya garantiyi verebilecek şansı yok. Şu an planlanan ve bu senenin ilk çeyreğinde duyacağımız mini YEKA denilen ise güneş sistemini, yine 1000 MW ama daha ufak sistemlerle tüm Türkiye’ye dağıtacak. Bu şekilde daha küçük oyuncu da işin içerisine girebilecek. Tüm Türkiye’ye yayılması şu demek: Güneş kaliteniz belki en iyi yerde değil, daha düşük bir noktada yapıyorsunuz sistemi ama en azından tüketim var. İşi, çok büyük bir şebeke altyapısı yapmadan bunu tüketebileceğiniz bir noktaya götürüyorsunuz. Bu bir avantaj.
Güneş enerjisinde endüstriyel tipi çatılar da çok büyük avantaj sağlıyor. Buna dair yakın gelecekte nasıl gelişmeler bekleyebiliriz?
Türkiye’deki bina stoku 9 milyon civarında. Bunun 8 milyonu konut binası. Bunun dışındaki 1 milyonu kamu, sanayi, ticari, eğitim, hastane, AVM gibi diğer binalar oluşturuyor. Bu bina türlerine baktığınızda bunların çatı alanlarının normal bir konutun çatı alanlarından daha büyük olduğunu görüyoruz. Bu öncelikle sayıca az olsa da çatı alanı olarak avantaj sağlıyor. Hangi tarifeden elektriği sağladığınız önemli. Son tüketici, mesken, yani benim ödediğim kw/ saat başına elektrik bir ticari binanın ödediğinden daha düşük şu anda. Bu da, sizin güneşten ürettiğiniz elektrik maliyetinde ticari binada bir ekonomik potansiyel yaratıyor. Şebeke paritesi diyoruz buna. Şu anda mevcutta küçük de olsa kurulu güçte çoğunluk bu tür konut dışı binalarda ve yakın gelecekte de ekonomik potansiyelin olduğu yer olacak. Bunun başlangıç noktası yine ticari binalar ve benzerleri olacak. İlk piyasa burada kurulacak, bir öğrenme olacak. Öğrenme şu açıdan önemli. Güneş sistemlerinin ilk kurulum maliyeti büyük olduğu için şebeke ölçeğinden biraz daha pahalı. İlk yatırım maliyeti diyelim. O öğrenme sürecinde o yatırım maliyeti hızla düşecek. İlk yatırım maliyeti düşükse, elektrik tarifem düşük de olsa bu anlamda bir avantaj sağlanıyor. Dediğiniz gibi ticari binalar bu işin başlangıç noktası kesinlikle.
Türkiye’de fosil yakıtlara verilen teşvikler üzerine yapılan farklı çalışmalara baktığımızda fosil yakıta, özel likle yenilenebilire oranla çok daha büyük teşvikler verildiğini görüyoruz. Bu çerçeveden bakarsak, Türkiye gibi Paris Anlaşması’nı meclisinden geçirmeyen bir ülkede tüm bu konuşulanları hayata geçirmek, bu eğilimi tersine çevirmek nasıl ve ne kadar mümkün?
İki ayrı çalışmadan çıkan iki rakamı ifade edeyim. Enerji dönüşümü finansman raporuna göre son 17 yılda ortalama 7 milyar dolar enerji sektörüne yatırım yapılmış. Bunun yaklaşık 3 milyar doları verimlilik, yenilenebilir enerji ve bunun altyapısına ayrılmış. Eğer biz enerji dönüşümüne mevcut enerji verimliliği eylem planı dahilinde devam etmek istiyorsak, güneş ve rüzgardan %30, tüm yenilenebilirlerden ise toplamda elektriğin %50’sini 2030’a kadar üretmeyi istiyorsak, gelecek 10 yılı kapsayacak bir şekilde her yıl 7 milyar dolar daha yatırım yapmamız gerekiyor.
Geçtiğimiz Aralık ayında, Türkiye enerji sektöründeki teşvik ve sübvansiyonlarla ilgili bir panel düzenledik. Biz bunları piyasa dışı fon akışı olarak tanımlıyoruz. Bununla ilgili bir raporumuz da var. 2018 yılında Türkiye enerji sektörüne 8 milyar dolarlık piyasa dışı fon akışı olmuş. Bunun büyük bir çoğunluğu fosil yakıtlara, 3 milyar dolara yakın bir kısmı ise yenilenebilire gitmiş. Gelecekte enerji dönüşümünü gerçekleştirmek ve sistemde esnekliği artırmak istiyorsanız, diğer yakıtlara yapılan bu destek ile ilgili bir fayda-maliyet analizi yapmalısınız.
1 Ocak’ta devre dışı kalan termik santrallarda çalışanlar ve özellikle kamyonlarıyla santrala kömür taşıyan işçiler şu an haklarını arıyorlar. Biz de bir kez daha adil dönüşümün gerekliliğine şahit olduk…
Adil dönüşümü aslında enerji dönüşümünün ilk başlığı olarak düşünebiliriz. Yenilenebilir enerjide küresel seviyede yaklaşık 10 milyon insan dolaylı ve doğrudan istihdam ediliyor. Bu toplam enerji sektöründeki istihdamın %25’ine denk geliyor. Siz %75’lik bir istihdamı ve bununla ilgili çalışan diğer iş kollarını bu enerji dönüşümü ile birlikte düşünmeye sevk ediyorsunuz. Şu bir gerçek ki bu işte kazananlar da olacak, kaybedenler de. Kaybedenler bu işin mevcutta en fazla tedarikini sağlayanlar aslında: Fosil yakıtları üreten ve bundan ekonomisine fayda sağlayan ülkeler. Bu ülkelerin de kendilerini planlamaları için bir yöntem olmalı. Siz 10-15 yıl sonrasını görebilecek bir planlamaya sahipseniz bunun önlemini bugünden alabilirsiniz. Mesela bazı ülkeler bu sektörde çalışanlara öncelik sağlıyor. Erken emeklilik desteği veriyor veya başka sektörlerde çalışması için teşvik ediyor. Bunun ikinci yöntemi -ki bunu Arap ülkeleri yapıyor özellikle- ekonomiyi çeşitlendirme. Mesela elektrifikasyona veya güneş enerjisine yatırım yapıyor. Suudi Arabistan’a veya Birleşik Arap Emirlikleri’ne bakın. Bu ülkelerde yenilenebilir enerji yatırımları boşuna son üç dört senedir yapılmıyor. Buradan kendilerine gelebilecek olası istihdam veya ekonomi problemlerini görebiliyorlar. Bunun için sanayi politikası geliştiriyorlar. Bu adil dönüşümün biraz da dolaylı olanı. Ancak ülke seviyesinde daha uzun vadeli planlar yapılabilirse o zaman adil dönüşüm gerçekten adil olabilir. Bizim şu anda karşılaştığımız anlık bir olay. Yatırım yapıldıktan sonra o santrallar tekrar aktif olacak büyük ihtimalle. Eğer Türkiye’nin de bu anlamda dönüşümü tamamen bahsettiğimiz şekilde olacaksa adil dönüşüm planlamasının yapılması gerekecek.
Rakam söylemeden de bunu konuşmak çok doğru değil. Türkiye’deki yenilenebilir enerji sektöründe 2018’de doğrudan ve dolaylı olarak 62 bin kişi çalışıyordu. Geçen senelerde bu rakam 90 bin civarındaydı. Sektördeki yatırımlar azalınca bu rakam da azaldı. Ama gidişata bakılarak gelecekte bu rakamın ne olacağı tahmin edilmeli. Elektrik talebine de bağlı haliyle. O hesap yapılmadan bahsettiğimiz planın yapılması da mantıklı değil.
Türkiye’nin de yararlanmaya başladığı yeşil finansman mekanizmaları, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik krizde sektöre soluk olabilir mi?
Kaynak açısından bir sorun görmüyorum. Gelecekte yatırımlar nereye olacak, tahmin edebilmek lazım. Bununla ilgili ayrı bir çalışma yürütüyoruz şu anda. Geçen senenin Mart ayında bakanlığın yayımlamış olduğu üç senaryo vardı taleple ilgili. 2040 yılına kadar %2.5 ile %4 arasında değişen yıllık bir artıştan bahsediyordu. Son rakamlara da bakmak lazım ama sabit kalmış ve hatta biraz da azalma olmuş olabilir.
Bundan sonra elektrik talebi açısından %6 veya %7 büyüme zor gibi geliyor. Ancak yakın gelecekte olabilecek ilave elektrik talebinin büyük bir çoğunluğu yenilenebilir enerjiden karşılanacak. Sektörün de beklentisi bu yönde. Bu çoğunlukla güneş ve rüzgar olacak. Son üç dört senedir yatırımların çoğundan fazlası da güneş ve rüzgardan geliyor. Az bir talep de olsa bugün en ucuz, kurulması en kolay ve hızlı kaynaklar bunlar. Büyük santrallara finansman getirmek çok zor. Son bir senede elektrik sektöründeki dönüşümü gördük zaten. Doğalgaz santrallarının nasıl etkilendiğine şahit olduk. Talebin daha az olduğu bir “merit order”da en pahalı santralların daha da çabuk etkileneceğini düşünürseniz, en ucuz ve en kolay kurulabilen santrallar yine yenilenebilirler olacak. Yenilenebilirle birlikte enerji verimliliği ve elektrifikasyon var. 1.5 dereceden bahsediyorsanız başka türlü imkanı yok. Bunlara da her türlü finansman kaynağı mevcut.
2020’de nasıl çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz?
Biz bugüne kadar işin daha çok teknoloji, finansman ve politika kısmına baktık. Şimdi adil dönüşümle de ilgili bir şekilde işin makroekonomik fayda ve maliyetini incelemeyi hedefliyoruz. Bunun dışında işin piyasa kısmını değerlendireceğiz. Piyasa nasıl geliştirilebilir, piyasa açısından dağıtım şebekelerindeki iyileştirmeler neler olabilir gibi soruları yanıtlamaya çalışacağız. Yeşil sertifikasyonla ilgili bir çalışma başlatacağız. 2020’de peyderpey çıkacak. Yakın tarihte çıkması planlanan önemli çalışmamız ise Haziran ayında yayımlanacak enerji verimliliği çalışması. Çalışma, elektrik sektöründe enerji verimliliği ile ilgili iş modellerinin potansiyellerini ele alacak. Bu sanırım en can alıcı konulardan biri olacaktır. Neden derseniz toplam kümülatif yatırım rakamına bakınca yenilenebilirde Türkiye’nin 40 milyar dolarlık yatırım aldığını görürsünüz. Enerji verimliliği ise sadece 10 milyar dolar almış. Politika açısından da bakarsanız, enerji verimliliği ile ilgili bugüne kadar sarf edilen efor yenilenebilirle kıyaslanamaz. Kaç senedir biz bu işe bakıyoruz ama verimlilik yenilenebilire göre dörtte bir yatırım alıyor. Bu bir soru işareti. Temeldeki sorun enerji verimliliği tanımı diye bir şey olmaması. Yatırımların bir kısmı başka yatırımların arasında kayboluyor. Bunlar alt nedenler ama verimlilik bir türlü istenilen noktaya ulaşamadı. Enerji dönüşümünü gerçekleştireceksek bizim talep tarafında harekete geçmemiz lazım. Talep de enerji verimliliği demektir. Benim yatırım yapmam gerekiyor. Bu kesinlikle birinci öncelik. Yerel kaynak ve neredeyse bedava.
*Bu yazı EKOIQ’nun 87. sayısından alınmıştır.