Mercator-İPM (İstanbul Politikalar Merkezi) Kıdemli Araştırmacısı Prof. Dr. Fikret Adaman, dünya genelinde gıda fiyatlarının ortalama artışın üzerinde seyretmesini iklim krizi, tarımdaki verimliliğin düşmesi, neoliberal politikalar ve COVID-19 pandemisi ile ilişkilendiriyor. Türkiye’nin de mevcut durumdan etkilendiğini belirten Adaman, Türkiye’de tarımın çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğuna vurgu yapıyor.
RÖPORTAJ: S. Sena Akkoç
En temelden başlamak gerekirse sürdürülebilir bir gıda sistemi neyi ifade ediyor? Bu kavram altında nelerin hedeflendiğinden bahsedebilir misiniz?
Adil ve sürdürülebilir bir gıda sisteminin beş özelliği olmalı. Birinci özellik gıda güvencesi. Gıda sistemi, insanların beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilmeli; yeterli kaloriye, yeterli besin değerine ulaşabilmeli insanlar. İkinci özellik, gıda güvenliği. Yine bilinen tanımıyla, insan sağlığını tehdit eden biyolojik ve kimyasal risk unsurlarından arındırılmış gıda tüketilmesini önemsiyoruz. “Yediğiniz gıdadan yeterli kaloriyi alıyor musunuz?” sorusunun cevabını verebilmeliyiz ama aynı zamanda da “Tamam, yeterli kalori alıyor olabiliriz ama bu esnada birtakım kimyasalları da yiyor muyuz?” sorusunun cevabını da merak ediyoruz. Dirençli gıda sistemi kavramı ise hayatımıza iklim kriziyle birlikte katıldı. Dirençli gıda sistemi derken temelde ekolojik ama aynı zamanda ekonomik, COVID-19 pandemisi gibi, birtakım dalgalanmalar olduğunda bu dalgalanmalara karşı gıda sisteminin ne kadar hasar alıp almadığına ve toparlanma kapasitesine odaklanıyoruz. Yani ekolojik bir krizde darmaduman mı oluyoruz, yoksa sağlam mı duruyoruz? Dördüncü boyutta ise sürdürülebilir gıda sistemi var: Bugünkü ve gelecek kuşaktaki gıda ihtiyacının karşılanabilmesi için ekolojik yapının uzun dönemde kendini yeniden üretebileceği uygulamalara karşılık geliyor. Daha çok emek kanadından ilerleyecek olursak beşinci boyut ise gıda egemenliği. O da “Gıda politikalarını kimler belirliyor? Bu politikalar, daha katılımcı mekanizmalar ve demokratik yollarla mı belirleniyor, yoksa güçlü sermaye grupları ya da devlet mi belirleyici?” gibi sorulara odaklanıyor.
Özetle, tarım-gıda sistemini genellikle sözünü ettiğim beş boyut üzerinden değerlendiriyoruz. Şu soruları sorabilirsiniz: “Yeterli besine ulaşabiliyor musun? Bu besinler ne kadar biyolojik, kimyasal vb. riskleri taşıyor? Gıda sistemi kuraklık, dolu ya da hortum gibi diğer ekstrem hava olaylarında altüst mü oluyor, sağlam mı duruyor? Üreticiler, özellikle de küçük üreticiler, gıda politikalarının oluşumunda söz sahibi olabiliyorlar mı?” Elbette bu soruların alt kırılımlarına da bakmamız lazım; bölgesel farklar var mı, toplumsal cinsiyet rolleri nedir gibi…
Türkiye’yi konuşacaksak tarım çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Çağlar Keyder ve Zafer Yenal’ın çalışmaları “Bildiğimiz Tarımın Sonu” süreci çok kapsamlı anlatmakta. Onların da çok net ifade ettikleri gibi tarım sektörü Türkiye’de büyük ölçüde ileri yaştaki kişilerin eline kalmış durumda. Genç nüfus yok gibi; tarım arazileri toplamda azalmakta… Şunu da unutmayalım ki toprak zenginliği de giderek düşmekte ve yeraltı/yerüstü su kaynakları tehdit altında!
Bir yandan iklim krizi bir yandan küresel çaptaki gıda enflasyonu, şimdi bir de COVID-19 derken “Şu an Türkiye’de bir gıda krizi yaşıyoruz” diyebilir miyiz? Düzelebileceğimiz bir noktada mıyız?
Krizi nasıl tanımladığımıza da bağlı. Şunu unutmayalım, dünya genelinde hemen hemen her yerde, gıda fiyatlarındaki artış ortalama fiyat artışının üstünde; Türkiye’de de böyle. Bunun çok önemli bir müsebbibi iklim krizinin hissedilmeye başlanması ve akabinde tarımdaki verimliliğin düşmesi. Buradan; orman yangınlarını, suyun azalmasını, aşırı hava olaylarının artmasını, hava sıcaklıklarındaki yükselişi ve mevsimlerdeki dalgalanmaları anlamaktayız.
İkinci parametre tüm dünyada 1980’lerde başlamış olan ama 90’larda vites değiştiren neoliberal politikalar. Uygulanan politikalar, başta tarım sektöründe ve genelde gıda sektöründe çok ciddi yıkıma yol açtı ve Türkiye de bundan nasibini aldı. Gıda, dünyanın hemen hemen her yerinde kamunun desteklediği bir sektördü. Destekler büyük ölçüde kaldırılınca sıkıntılar da doğal olarak ortaya çıktı. Üçüncü boyut, henüz sonlanmamış bir mesele: COVID-19. Türkiye’deki durumu da bütün bunların bileşkesi içerisinde değerlendirmemiz lazım. Şunu da unutmamamız gerek: Gerek Türkiye gerek dünya açısından, neoliberalizmin ve iklimdeki değişikliklerin etkilerini ayrı ayrı ve birlikte göz önüne aldığımız zaman, gıda sisteminde çok ciddi sıkıntıların bizi bekleyeceğini görmememiz imkansız. Bilimsel çalışmalar, ileriye yönelik tahminleri ve simülasyonlarıyla çok net ifade ediyor ki başta tarım olmak üzere gıda kesiminin hissettiği, yaşadığı ve deneyimlediği sıkıntılar giderek artacak.
Bir yandan neoliberal politikaların bu krizi oluşturan etmenlerden biri olduğundan bahsediyoruz. Diğer yandan ise gıda üzerindeki ticaret kısıtlamaları kaldırılsın, gıda fiyatları serbest piyasada belirlensin gibi bir çözüm arayışı da söz konusu. Burada gıda egemenliğinden çok gıda güvenliği önceliklendiriliyor. Bu anlayışla devam etmek, dirençli ve sürdürülebilir olmak ne kadar mümkün?
İklim krizinin kontrol altına alınamamasının, bu konuda adımlar atılmamasının arkasında bence sistemik problemler yatıyor. Piyasa mantığının sorunlar yarattığı bir mecra gıda alanı. Doğal olarak neoliberalizm bu problemleri artırmış durumda. Dağılmakta olan bir tarım sektörü var ve genel olarak piyasa mantığının, toplumsal-katılımcı mekanizmalarla karar almanın yerine konulduğu bir rejimden bahsediyoruz. Sonuçta, en başta yaptığımız tanım gereği, gıda egemenliği söz konusu değil. Genel itibarıyla piyasa mantığı, piyasa egemenliğini önceliklendiriyor. Bu işleyişin “siyah-beyaz” olduğunu söyleyemesek de ağırlıklı şekilde emek kesiminin sürecin çok kenarında olduğu, çoğu zaman da dışında tutulduğu bir yönetişim biçiminden bahsediyoruz.
Dolayısıyla burada daha ziyade -senin de dediğin gibi- üretim süreçlerinin nasıl kurgulandığı sorusu yerine, “Yeterince üretebiliyor muyuz?” sorusu üzerine yoğunlaşan ve bunun da özel şirketlerin finansal hesaplarına nasıl yansıdığını önceleyen bir yaklaşım var. Küçük köylülük devam ediyor ama küçük köylülük bu koşullarda ne kadar ayakta kalabilir? Somutlayalım; küçük köylülük, iklim kriziyle mücadeledeki yüksek teknolojiye ne kadar ulaşabilir? İklim değişikliğine teknoloji ile getirilebilecek çok çözüm olsa da bunlar çok maliyetli işler.
Küçük köylünün karşısında büyük üreticinin dışında bir de organik üreticisi, sertifikasyona gücü yeten üretici var…
Evet, onlar da var. Neoliberalizmin içinde “organiklik” diye bir niş oluştu. Bir de paralel olarak alternatif organik, agro-ekolojik işler yapmaya çalışanları görüyoruz. Diğer taraftan, bu işe organik, alternatif diye başlayıp sonra en zengin kesime hizmet eden dükkan açanlar da oluyor. O nedenle organiklik ve alternatiflik de bazen örtüşüyor bazen örtüşmüyor; organik de sistemin bir parçası olabiliyor. Şöyle açayım: Var olan piyasa mantığı ile ilişkilenip organik işler yapmak mümkün. Organik adı altında domatesi 10 liraya değil de 50 liraya satıyorsun, küçük bir grup da “Tamam, biz –misal–Necla Hanım’ın çiftliğinden alıyoruz” deyip o domatesi mutlu mesut satın alıyorsa böyle bir niş pazar yaratılıyor. Diğer bir grup da hem bu piyasa mantığına karşı daha dayanışmacı bir yapı kurmaya çalışıyor hem de organik üretmeye.
Peki, en başta bahsettiğiniz beş maddelik gıda çerçevesinde Türkiye’nin nasıl bir gıda politikasına ihtiyacı var? Bahsettiğimiz sorunlar var olan sistem içerisinde çözülebilir mi yoksa daha yapısal değişikliklere mi ihtiyacımız var?
Tarım -daha genel anlamda ise gıda meselesinin öncelikle daha çok konuşulmaya, düşünülmeye, araştırılmaya başlanması ve gündeme getirilmesi lazım. Türkiye’de bu konular yalnızca gıda enflasyonu üzerinden ve “Fiyatlar artıyor, iki-üç tane aracı var. Bunlar da zaten halk düşmanı insanlar…” diye konuşuluyor. Bir araştırma yapmadan, sıkıntıları ortaya koymadan çözüm üretilmesi mümkün değil. Bazıları belki daha basit tedbirlerle çözülebilecek, bazıları da yerel yönetimlerin alternatif yapıları ile çözülebilecek işler var; belki üretici ve tüketicilerin buluşabilecekleri platformlar üzerinden yapılabilecek girişimler de olabilir. Bunların örnekleri de var. Ama daha genel anlamda “Gıda politikalarımız neler, bu politikalar ne kadar alternatif yaklaşımlara açık, iklim kriziyle tarım ne kadar etkilenecek?” gibi soruları konuşup tartışabilmemiz lazım.
Neoliberal anlayıştan çok da ayrıştırılamayan diğer konu: İklim ve ekoloji. Türkiye, iklimi ve ekolojiyi ne kadar konuşuyor, tartışıyor, gündemine alıyor, bunlara da bakmamız gerekiyor. Burada özel sektörün durumu da önem arz ediyor ki #ekoiq sözünü ettiğim kesime de hitap ediyor. Ülkemizde daha uzun süreli, daha derin düşünen, akıllı stratejiler üreten bir kesim yok değil ve katkıları önemli. Türkiye’de gıda, tarım, ambalaj konusunda çalışan, üretim yapan, Ar-Ge çalışmalarının içinde olan birçok şirket de bulunuyor. Bu katkıları görmezden gelmeyelim.
Diğer yandan Türkiye’de, kendi kendini ancak doyurabilen küçük üretici de bulunuyor. Öte yandan monokültürü görüyoruz, yoğun sulama ve pestisit kullanımı olan bir tarım sistemini görüyoruz… Tüm bunlar toprağın veriminin ve yeraltı suyunun azalmasını da beraberinde getiren, ekolojik olarak maliyetli işler. Sistemde yapısal bir dönüşüm gerçekleşmediği noktada buradan çıkışı çok zor görüyorum. Dönüşüm olabilir ancak Türkiye’deki gıda sistemi çok ciddi sıkıntı içerisinde. Genel anlamda da, yani globale baktığımızda da, bir sıkıntı yaşanıyor; dünyada yaklaşık 1/3 insan obezken, 1/3 insan ise kötü besleniyor, ciddi bir kesim de aç.
Bu aslında gıda yoksunluğu çeken insanlara “Biz, gıda ihraç edip sizi doyururuz” mantığı ile de bağlantılı. Zaten yeterince gıda var ancak kimse “doyurulmuyor.” Açlık ve üretilen gıda miktarı arasında da ciddi bir orantısızlık görülüyor.
Ne yazık ki dünya nüfusunun dörtte biri orta veya ciddi derecede gıda güvencesizliği yaşıyor. 650 milyonun üzerinde bir kesim ise açlık çekiyor ki COVID ile rakam artmış durumda. Türkiye’de bu oran daha düşük olsa da “açlık sorunu yaşama ihtimali” üzerinden baktığımızda önemli bir kesimin olduğunu görmekteyiz. Diğer tarafta ise giderek artan aşırı kiloluluk ve obezite meselesi karşımıza çıkıyor. Türkiye’de yapılan araştırmalara göre 15 yaş üzeri insanların %34’ü fazla kilolu, %27,8’i ise obez. Ayrıca, çok ciddi bir gıda atığı, gıda israfı yaşanıyor. Tarladan sofraya kadarki süreçte gıdanın 1/3’ü yok oluyor. Hem yeterli gıdaya ulaşmada problemlerimiz var hem de bir kesim resmen gıdasını çöpe atıyor. Çöp olarak atılan gıdalar bize metan gazı olarak geri dönüyor. Gıda atıklarından enerji üretmek de mümkün ama en başta şunu sormalıyız: “Neden israf var? Müsebbibi kim?” diye baktığımızda yine gelir ve servet dağılımındaki korkunç eşitsizlikleri görüyoruz.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu tür meseleler gündeme geldiği zaman bunların sistemle olan, daha geniş ekonomi-politik yapılarla olan ilişkileri çok kurulmuyor. Daha yüzeysel önlemlerle çözülmeye çalışılıyor. Meselenin daha da derinine gitmek, ne oluyor ne bitiyor anlamamız gerekiyor. Dolayısıyla ben bir çağrı yapmak istiyorum: “Çalışmamız lazım; düşünce kuruluşları, sivil toplum, özel sektör, kamu, vatandaş, belediye olarak… Aksi takdirde çözüm üretilmesi çok zor.