İklim krizinin etkilerini her alanda güçlü bir biçimde yaşamaya başlarken, “uyum”un önemi de giderek artıyor elbette. Bu konuda, 10 aydır devam eden ve önümüzdeki dört yıla yayılacak olan “AB/UNDP-Türkiye’de İklim Uyum Eyleminin Güçlendirilmesi Projesi” son derece önemli. Biz de projenin kıdemli danışmanı, Küresel Denge Derneği Başkanı sevgili Dr. Nuran Talu’yla, “Uyum Eylemi”ni enine boyuna konuştuk…
YAZI: Barış DOĞRU
İklim krizi ile mücadelede ‘uyum’un ağırlığını nerede görüyorsunuz?
En başta uyumu doğru anlamak lazım, çünkü hâlâ birçok kesimde iklim krizinin sadece seragazı emisyonlarının azaltılması ile önleneceği zihniyeti hakim. Başlangıçta böyle düşünülüyordu ve iklim değişikliğinin kabul gören bilindik kodu “emisyon azaltımı”ydı. Dolayısıyla uluslararası örgütler, ülkeler iklim politikalarını en çok bu yaklaşımla sürdürdüler. Fosil yakıt kaynaklı emisyonları nedeniyle suçlu sektörleri de başta enerji olmak üzere, sanayi, ulaştırma, tarım, atık ve diğerleri olarak ele alıyoruz ve uygulamaları burada yoğunlaştırıyoruz. Fakat bugün geldiğimiz noktada krizi önlemeye tek odaklı sektörel bakışlar yetmiyor. Sektörlerin emisyonlarını azaltmak için uygulamalara devam edilse dahi iklim değişikliğinin önümüzdeki yıllarda etkilerinin artarak devam edeceği bilimsel bir gerçeklik bugün. Halihazırda yaşanan ve gelecekte şiddetlenerek yaşanacak olan bu etkilerin topluma, doğaya ve ekonomiye olan maliyetlerinin katlanarak artacağını görmemek mümkün değil. İşte tam bu noktada uyumun kapsayıcı ve çok sektörlü karakteri ortaya çıkıyor. Uyum; iklim değişikliği risklerinin etkileriyle mücadele etmek ve bu etkileri yönetebilmek için bu alanda politikaların güçlendirilmesi ve uygulanması süreci olarak açıklanabilir, burada esas amaç, değişen iklime ayak uydurarak hem olumsuz etkilerini azaltmak hem de etkileri gerektiğinde fırsata dönüştürebilmektir. Biz iklim değişikliği çalışanlar, etkilere uyum adımlarını sırasıyla seçenekler, ihtiyaçlar ve sonrasında alınacak önlemler olarak sınıflandırırız. Uyum seçenekleri (adaptation options) derken; dönüşümsel bir uyum (transformational adaptation/dönüşümsel uyum, iklim değişikliği ve etkilerine karşılık olarak bir sistemin temel özelliklerini değiştirmek anlamına gelir) politikasından, doğa tabanlı çözümlerden, gıda ve su güvenliğinin sağlanmasından sosyal kırılganlıklar için adalet, eşitlik gibi temel prensiplerden bahsediyoruz. Uyum ihtiyaçlarımız da (adaptation needs); her sektör için etki ve etkilenebilirlik analizlerini, afet risk yönetimini, bölgesel yaklaşımları, bilginin yönetilmesini, azaltım-uyum sinerjisinin kurulmasını, insan ve finansman kaynaklarının geliştirilmesini, ilerlemelerin izlenme /değerlendirilme süreçlerini ve tüm bu konularda paydaşların ortaklığını içerir.
Uyum önlemleri (adaptation measures) ise; kıt su kaynaklarının verimli kullanılması, kent ısı adasına karşı inşaat sektöründe dönüşüm, kentlerde uyum planlama çözümleri (kent sellerinin yönetimi, erken uyarı sistemleri yeşil/mavi altyapı uygulamaları vb.), kuraklığa dayanıklı tarım ürünlerinin seçilmesi, sellere karşı bentlerin yükseltilmesi gibi doğrudan uygulamalardır.
Türkiye’de nereden başlamalıyız?
İklim krizi ile savaşmaya ilk önce bilime inanmakla başlamalıyız. Toplumların inanç ve kültürleri doğrultusunda sözgelimi kuraklığı önlemek için su, hayat ve şifa kaynağımız konulu hutbelerle ruhani birliktelikler sağlayarak yağmur duasına çıkmak gibi önlemler bizi kurtaramaz. Yeryüzünün iklim sisteminin bozulmasına biz insanlar sebep olduk, bilim yeterli ve güvenli kanıtlarıyla bu durumu ortaya koydu. Çareleri de bilimsel olarak bir bir sıralandı, sıralamaya da devam ediyor. Türkiye’nin bu adımlara ayak uydurabilmesi için güçlendirilmiş bir uyum stratejisine hemen şimdi ihtiyaç var, çünkü görünen köy kılavuz istemiyor, Türkiye iklim değişikliğinin etkilerinden kaçamayacak. Yıllık ortalama sıcaklık artışları, kuraklıklar, sıcak hava dalgaları, yağış rejimindeki değişiklikler, mevsimsel kaymalar, taşkınlar, kent selleri, toprak kaymaları, fırtınalar ve orman yangınları gibi iklime bağlı olumsuz tüm koşullar ve afetler ne yazık ki ülke gündeminin baş sıralarında artık.
Sizce ülkelerin “yeşil büyüme” tercihleri iklim değişikliğine uyum politikalarını kapsamalı mı?
Türkiye açısından bakalım, yeşil büyüme kavramı bizde resmi anlamda ilk kez 10. Kalkınma Planı’nda (2014-2018) zikredildi. Ülkemiz farklı bir kalkınma retoriğine başlangıç yapan bu tercih, bir anlamda düşük karbonlu kalkınma dinamiklerine de işaret eden önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ülkelerin ekonomi politikalarında yeni bir dönüşümü çağrıştıran bu gibi inisiyatiflerin iklim değişikliğine uyum eylemini de merkezine alması gerekli diye düşünüyorum ben. Çünkü düşük karbonlu kalkınma modelini sadece “düşük emisyonlu kalkınma” olarak anlamamak lazım. Artık “düşük” sıfatı da kalktı esasen, bugün birçok ülke “karbonsuzlaşma” (sıfır karbonlu) yol haritalarını bir bir açıklıyor, başı da Avrupa Birliği çekiyor. Bu yola hem karbon emisyonlarını azaltmak hem de iklim değişikliğine dayanıklı/dirençli ekonomiler yaratmak için çıkıldı. Bu durum ekonomiyi besleyen sektörlerin etkilere karşı uyumunu sağlamayı gerekli kılıyor. Yani sorunuzun cevabı: Evet. Çıkardığımız sonuç da iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamanın bir kalkınma meselesi olduğudur.
Türkiye’de güçlendirilmiş bir iklime uyum politikasının ülke ekonomisine katma değer kazandırabileceğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle evet. Tarihsel perspektife baktığımızda iklim değişikliğine uyum politikalarının Türkiye’nin kalkınma hedeflerine entegre edilmesi için ilk adımlar resmen bu yüzyılın başında atıldı zaten. Devletin resmi belgesi olan ‘8. Beş Yıllık Kalkınma Planı İklim Değişikliği Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda (2000 yılı) bu entegrasyonun sağlanması için karar vericilerin mutlaka dikkate alması gereken adımlar tek tek sıralandı. En başta da iklim değişikliğinin etkilerinin sosyoekonomik analizlerinin yapılması, uyum politikalarının sektör politikaları açısından ele alınması gerekliliği vurgulanmıştı. Ancak görüyoruz ki, bu ihtiyaçlar hâlâ güncelliğini koruyor, 20 yıldır bir arpa boyu yol gitmişiz. Güncel durumda, 11. Kalkınma Planı’nda (2019-2023) iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamayla ilgili olarak bazı sektörlerin iklim değişikliğinden etkilenebilirlikleri üzerine hedefler var, tarım ve turizm sektöründe bunları görüyoruz, en çok da tarım sektörüne ağırlık verilmiş. Planda tarımda ürün deseni değişimi senaryoları oluşturulmasına, iklim değişikliği ile bağlantılı olarak istilacı türler ve tarımsal patojenlerle mücadeleye yönelik eylem planlarının hazırlanmasına ve iklim değişikliği etkileri dikkate alınarak buharlaşma kaynaklı su kayıplarının önlenmesi için yeraltı su havzaları ve barajlarının oluşturulmasına yönelik bir dizi hedef yer alıyor. Yine 2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda Türkiye’nin coğrafi konumu itibarıyla iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler arasında yer aldığı ve bu nedenle Türkiye’nin iklim değişikliğine uyum kapasitesinin geliştirilmesine ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor. Umutlu muyuz? Kağıt üstünde iklim değişikliği risklerini yönetme kapasitesinin makro politikalarla bağının kurulması resmi de olsa yetmiyor artık, zamanımız dar çünkü. Türkiye’de siyasa, iklim değişikliğine dayanıklı bir geleceğe yatırım yapmayı öncelikli gündemine almalı ve hatalarıyla da yüzleşmeli bir an önce. Bu ülkede doğaya vurulan darbeler devam ederken “iklim değişikliğine uyum sağlanacak” beyanları vermek abesle iştigaldir.
Pandemi sürerken ve sonrasında dünyada ve özellikle Avrupa’da yeşil bir düzen söylemiyle ekonomide iyileştirme paketleri gündeme geliyor. Bu yeni büyüme hikayelerinde iklim değişikliğinin etkileri dikkate alınıyor mu/alınacak mı sizce?
İklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak tam da bu nedenle önemli. Dünyanın ekolojik yıkıma sürüklenmesinin müsebbibi biz insanlarız. Yeşil iyileştirmenin bu tükenme döngüsüne dur diyebilmesinin tek çıkar yolu iklim değişikliğine uyum sağlamak ve hemen şimdi sağlamak. Çünkü ekonomi, ekoloji ve sosyal unsurların birbirleriyle arabağ oluşturduğu ve kalkınma paradigmalarında esaslı değişimlerin gerekli olduğu bir alan “uyum”. Yeşil “yeni” dünya, iklim değişikliğine uyum sağlamamanın ağır maliyetini karşılayamaz artık. Dünya bu konunun öneminin daha öncelerden beri farkında aslında. Örneğin, Paris Anlaşması’nın yönetim araçlarından olan ve 2018 yılında kurulan Küresel Uyum Komisyonu (Global Commission on Adaptation) uyum ekonomisini ülkelerin ulusal gündemlerinde tutmak ve sosyoekonomi politikaları kapsamında ele almalarını sağlamak için epeydir çalışıyor. Bu Komisyon tarafından hazırlanan raporlarda ülkelerin uyum yatırımları içingereken finansal kaynaklarını, önlem alınmamasının ekonomik maliyetlerini de dikkate alarak, ulusal finansal sistemleri ile koordineli bir şekilde planlanması gerektiği belirtiliyor. Aslında Türkiye’de henüz az sayıda olsa da bu konuyu ele alan araştırmalar var. Bunlardan ilki 2017 tarihli bir grup sivil toplum kuruluşu tarafından hazırlanan “Ataletin Bedeli” raporuydu, hatırlarsınız, bu rapor tarım ve sağlık sektörlerinde iklim değişikliğine uyumu önceliklendiren finansman politikalarına ihtiyaç duyulduğunu ortaya koymuş ve kapsamlı bir analizini yapmıştı. Bu konuda özel sektör camiasına ve devletin kurumlarına da önemli görevler düşüyor, çünkü iklim değişikliğine uyum eyleminde uzun vadede ekonomiye külfet yüklememek için ilgili her sektörün para politikalarını yeniden tasarlaması ve buna göre de teşvik vb. gibi düzenleyici araçların devlet tarafından uygulamaya sokulması gerekiyor.
İklim değişikliğine uyum politikalarında doğanın korunması birleştirici bir üst değer olarak kabul görüyor, Türkiye’deki politikalar buna cevap veriyor mu sizce?
Bu konunun iki yönü var, birincisi iklim değişikliğinin doğal ekosistemler üzerindeki etkilerini bertaraf etme zorunluluğu, ikincisi ise doğanın korunması halinde kara ve deniz ekosistemlerinin karbon havuzu ve yutak olarak iklim krizini önleyici rolü. Dünya bu durumun da farkında; örneğin öteden beri yürürlükte olan Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine taraf ülkeler Eylül 2020’de toplanıp, birlikte “Doğa ve İnsanlar için Liderler Taahhüdü” belgesini imzalayarak 2030 yılına kadar küresel ölçekte biyolojik çeşitlilikte yaşanan kayıpları sonlandırmanın, iklim krizini durdurmada en önemli çare olduğunu beyan ettiler. Paris Anlaşması’nda da iklim değişikliğine uyum sağlamak için okyanuslar dahil tüm ekosistemlerin bütünlüğünün güvenceye alınması ve biyolojik çeşitliliğin korunması için ülkeler sorumluluklar aldı, çözümler de peş peşe geliyor. Ekosistemlerin insanlığa sunduğu faydalar çok geniş bir yelpazede değerlendirilmeye başlandı. Karbon tutma, mikro iklimi düzenleme, yağış suyunu tutma, su rejimini düzenleme gibi fonksiyonlarıyla da doğrudan iklim değişikliğinin etkilerine uyumla doğrudan ilgili faydalar bunlar. IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporunda “doğa tabanlı çözümler” afet risklerinin azaltılması ve iklim değişikliğine uyum seçeneklerinden biri olarak özellikle vurgulandı ve doğa tabanlı yatırımlar yapılması için ülkelere yol gösterildi. Birçok ülkede bu gibi çözümlerle iklim değişikliğine uyum sağlanıyor. Aklın yolu bir, doğal sermayenin sürekliliğine yatırım yapılması, ekonominin gelişmesine katkı sağladığından ülkelerin sürdürülebilir kalkınmasının da anahtarı. Türkiye’de iklim değişikliğine uyum maliyetlerini düşürmek istiyorsak bu gibi yenilikçi koruma yaklaşımlarına kulak vermeliyiz, doğa tabanlı çözümleri iklim değişikliğine uyum seçenekleri listemizin en başına koymalıyız. Stratejik bir yaklaşımla ekosistem hizmetlerini tüm planlama süreçlerinde dikkate almamız, doğa tabanlı çözümler gibi kalıcı uygulamalara yönelmemiz lazım. Ekosistem hizmetlerinin önemini yeterince anlayamazsak iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak imkanlı değil. Örneğin tarım, ormancılık ve su ürünleri gibi birincil üretim alanlarının doğal sermayesinin ekosistemler ve sağlıklı biyolojik çeşitlilik olduğunu unutmamalıyız.
İklim değişikliğine uyumun sektör politikalarındaki yerini biraz daha açabilir miyiz?
İklime bağımlı ve ekonomileri iklim değişikliğine duyarlı olan birçok sektörde (tarım, gıda, sanayi, turizm, sağlık, finans, altyapı, sigorta, enerji, ulaştırma, tekstil vb.) iklim değişikliği ile mücadelede daha çok emisyonların azaltılması faaliyetlerine öncelik veriliyor. Aslında sektörler nezdinde iklime uyum politikalarının yeterince geliştirilememesinin temel nedenlerinden biri gerek mal gerekse hizmet üreten sektörler üzerindeki etki ve etkilenebilirlik analizlerinin yapılmaması, geleceği görmek için ayrıntılı senaryoların oluşturulamaması ya da bu araştırmaların çok genel olması. Bir diğer boşluk ise bilinç ve bilgi eksikliği. Sektör aktörleri iklim değişikliği ile mücadeleye sadece seragazı emisyonlarının azaltılması gözlüğünden bakıyorlar, yani daha çok suçlu oldukları bir alanda at koşturuyorlar, oysa onlar aynı zamanda kurban. Yani iklim değişikliğinin başat sektörlerin büyümelerine olan etkilerini sadece onların seragazı azaltma ya da kontrol etme sorumluluklarına kilitlemek eksik bir bakış. Sektörleri üretimlerinin sürdürülebilirliği açısından sorgulamaya başladığımızda, örneğin burada esas soru, “enerji sektörümüz iklime dayanıklı mı?” olmalı. Üstelik ister fosil yakıt ekonomisinin kurallarıyla beslensin, ister yenilenebilir enerji kaynaklarıyla. Bu alanda hemen her sektör için edinilmiş birçok tecrübe var. Örneğin termik santralların soğutma suyu olarak kullandıkları kaynakların sıcaklığının artış göstermesi veya hidroelektrik santralların üzerine kurulduğu su kaynaklarının debilerinin veya akış hızlarının azalması, bu tesislerin faaliyetlerini son derece olumsuz etkileyebiliyor. Yağış rejimindeki değişiklikler açısından bakıldığında da, daha yağışlı bir iklimde kömürün nem oranı daha yüksek oluyor, bu da kömürün taşınması ve kömürden elektrik enerjisi üretilmeden önce uygulanan kurutma işlemlerinin maliyetini önemli ölçüde artırıyor. Yenilenebilir enerji sektörüne bakalım. Yağışlarda gözlenen dalgalanmalar, hidroelektrik santralları da (HES) iklim değişikliğinin etkilerine karşı kırılgan yapıyor. Santralın üzerine kurulu olduğu su kaynağının akımının azalması elektrik üretimini doğrudan azaltıyor. Örneğin, iklim değişikliğinin etkilerine bağlı olarak Rusya’nın hidroelektrik potansiyelinin bilimsel tahminler ışığında 2070 yılıyla birlikte %15-20 oranında azalması bekleniyor. Spor sektörü de iklim krizinden etkilenen sektörlerden biri. İngilizlerin 30 yıl içerisinde İngiliz ligi futbol alanlarının dörtte birinin her sezon yükselen deniz seviyelerinden hasar görebileceği üzerine güncel araştırmaları var. Kış Olimpiyatlarının artan sıcaklıklar sebebiyle iptal edilmesi de bu sektörün kırılganlıklarından biri. Türkiye’de Doğu Anadolu’da halen devam eden “Yukarı Fırat Havzası Kar Erimeleri ve İklim Değişikliğine Uyum” başlıklı bir projede bir yandan havzada iklim değişikliğinin kar kütleleri ve erimesi üzerindeki etkileri ve buna bağlı olarak dere akışındaki değişiklikler değerlendirilirken, öte yandan karla kaplı alanların yüksek rakımlara kayması sonucu su hacminin ve karla kaplı alanların azalacağı, dolayısıyla bölgenin kış turizminin bu durumdan olumsuz etkileneceği hakkında önemli bulgular var. Atıksu sektöründen bir örnek verelim. İzmir Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi’nin iklim değişikliğine bağlı oluşacak deniz seviyesi yükselmesi ve fırtına kaynaklı kabarmaya bağlı olarak tesisin bu tehditlerden nasıl etkileneceğine dair akademik bir araştırmada CBS tabanlı analizler sonucunda, deniz seviyesinin 0,3 m yükselmesi ve 1,0 metrelik bir fırtına sebebiyle deniz kabarması (toplam 1,3 m mertebesindeki su yükselmesi) sonucu tesise su girmeye başlayacağı öngörülüyor. Sektörlere özgü bu gibi etkilenebilirlik değerlendirmeleri, bazı ülkelerin sektör-spesifik iklime uyum stratejileri hazırlamalarına neden olmuş, yani her sektörün kendine özgü iklim değişikliğine uyum stratejisi ve eylem planı var. Örneğin Slovenya’da tarım sektörüne özel uyum stratejisi var. Bizim 2011 tarihinde hazırlanmış olan “Ulusal İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı” bu ayrıntıda bir yaklaşıma sahip değil. Stratejide sektörler tek tek ele alınıp, her biri için farklı iklime uyum adımları belirlenmemiş durumda. Ancak Ulusal İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı’nda, çok önemli ve ileri bir yaklaşım olarak iklim değişikliğinin etkilerine maruz kalacak sektörlerde uyum-azaltım sinerjisini dikkate alan bütünleşik fayda-maliyet analizlerinin yapılması tavsiye edilmişti. Buradan anladığımız hangi sektörde olursa olsun, emisyon azaltım politikaları ile iklime dayanıklılık politikalarını birlikte belirlememiz, varsa kısıtlarını ve/veya ortak faydalarını çıkarmamız gerektiği. Türkiye’nin dönüşümsel uyum stratejisine kavuşması için 2021’de kaleme alınmaya başlanacak olan yeni ulusal iklim değişikliği uyum stratejisinde bu yaklaşımların eyleme yansıtılmasını umuyoruz. IPCC’nin 1,50C Özel Raporu’nda dönüşümsel uyumun temelde iki unsur ile tanımlandığını da burada hatırlatalım: İlki, azaltım uyum sinerjisinin yaratılması, ikincisi de iklim değişikliğinin etkilerinin faydaya dönüştürülmesidir. Sektörlere özel iklime uyum stratejilerinin olmasının dışında bir başka yöntem, iklim değişikliğine uyumu mevcut sektör stratejilerinin yatay kesen bir unsuru olarak ele almak ve içselleştirmek. Yeterince sistemik olmasa da biz Türkiye’de bunu tarım sektörü için yapıyoruz. Türkiye’de iklime uyum ile ilgili sektörel politika belgelerinin dağılımına baktığımızda tarım sektörünün önde olması da şaşırtıcı değil, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de iklim değişikliğinin tarımsal üretime etkileri en çok baş ağrıtan konulardan biri olmaya devam ediyor. Tarım ve Orman Bakanlığı, sektörün iklim değişikliğine uyum sağlaması amacıyla uzun süredir çeşitli araştırmalar yürütüyor, uygulamalar yapıyor. Kuraklığa dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesi, meteorolojik faktörlerin bitki gelişimi üzerindeki etkilerinin belirlenmesi, su tasarrufu sağlayacak modern sulama yöntemlerini destekleme programları, minimum toprak işlemeli tarım yöntemleri tarım sigortaları uygulamaları, mera ıslahı, tarım atıklarının sürdürülebilir yönetimi gibi konular bu kapsamda çalışılıyor. İdari açıdan bakıldığında mevcut kurumsallaşmanın güçlü ve yeterli olduğunu söylemek mümkün. Sektörün alt kırılımları için hazırlanmış bir dizi stratejide iklim değişikliğinin etkilerini ele alan yatay kesen hedefler, eylemler var; Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2017-2023) Çölleşme ile Mücadele Ulusal Stratejisi ve Eylem Planı (2015-2023) Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi Organik Tarım Strateji Planı Endüstriyel Ağaçlandırma Çalışmaları Eylem Planı (2013-2023) gibi. Özetle tarım sektörü iklim değişikliğine uyum eylemine mevzuatıyla, kurumlarıyla, üst politika belgeleriyle fazlasıyla hazırlıklı görülüyor. Proaktif uyum eylemlerinde Türkiye’de karar verme süreçlerinin işlevselliğine destek olacak en dinamik sektör tarım sektörü gibi görünüyor. Ancak uygulama açısından bakıldığında daha gidecek çok yol var. Bundan sonra, yerel bilgi ve deneyimlere dayanarak, konum tabanlı dediğimiz uyun yöntemlerini devreye sokmak lazım. Kırsal kalkınma unsurlarına ve tarımdan ekmek yiyen insanların sosyal haklarıno öncelik vermek lazım. Gıda pahalılığı ile iklim değişikliği arasında doğrudan bir bağ var çünkü, ya da kırsalda yaşayan insanların gelir seviyesi ile. İklim değişikliğinin etkilerine karşı Türkiye’nin gardını alması gereken bir başka önemli sektör de sağlık sektörü. Yeni yeni filizlenen ve bazı üniversitelerin ve sivil toplum kuruluşlarının durumdan vazife çıkardığı -iyi ki çıkardığı- bir alan bu. İklim değişikliğinin halk sağlığına etkilerini sistemli olarak çalışmamız gerektiğini başımızdaki küresel pandemi nedeniyle anlamış olmalıyız. Üstelik COVID-19 salgını nedeniyle iklim değişikliğinin sağlık etkilerini ele almak için önemli bir zemin ve zaman içindeyiz, Pandeminin toplumda yarattığı endişe ve beraberinde getirdiği farkındalığı değerlendirirsek bu durumun, ülkemizde sağlık sektöründe iklim değişikliği risk yönetimi mekanizmalarının geliştirilmesinde uyarıcı bir rol oynayabileceğini ümit edenlerdenim ben.
Gelinen noktada Türkiye’nin uyum bariyerleri neler? Aşabilir miyiz?
Türkiye’nin iklim değişikliğine dayanıklı olmasının önündeki en temel kısıt etki, etkilenebilirlik ve risk analizleri için bilimsel altlığın yetersizliği, öncelikle bu açığı bir an önce kapatmalıyız. Her ne kadar son dönemlerde ulusal ve bölgesel düzeyde iklimbilim çalışmaları artsa da sektörler için tek tek ya da kombine olarak etki analizlerinin yapılmasına olan ihtiyaç halen sürüyor. Akademi camiasına burada çok iş düşüyor. İklim değişikliğinin etkilerinin bölgesel düzeyde farklılıklar gösterdiğini biliyoruz. Türkiye’nin bölgesel planlama ve kırsal kalkınma dinamiklerinde henüz iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamakla ilgili yaklaşımlar zayıf. Aslında yöneticiler bu boşluğun farkında, yedi coğrafi bölgede iklim değişikliği eylem planlaması yapılsın diye adımlar da atıyor. Örneğin yakın dönemde Trakya’da iklim değişikliğine uyum eylemi bölgesel bütünlük kapsamında ele alındı, iklim etkilerinin analizleri yapıldı, bölgede faaliyet gösteren sektörlerin kırılganlıkları raporlandı. Bu gibi deneyimlerin çoğalması lazım. Kırsal kalkınma politikalarında iklim değişikliğine uyum nasıl ele alınıyor diye dünyadaki uygulamalara baktığımızda bazı ülkelerde iklime uyumun doğrudan makro-ekonomilere yön veren temel politikalarla kaynaştırıldığını görüyoruz. Örneğin Latin Amerika’da karar verenler, iklim değişikliğine uyumu kırsal kalkınma politikalarının içine derç etmişler. Bizim ülkemizde kırsal kalkınma politikaları -özellikle bölgesel eşitsizlikleri azaltmak amaçlı olaraköteden beri uygulanır, AB fonlarıyla sürekli desteklenir. Çalışmalarımızda son dönemlerdeki kırsal kalkınma uygulamalarına baktığımızda iklim değişikliğinin etkilerinin dolaylı olsa da ele alındığını gördük. Bu sevindirici bir durum çünkü akılcı bir planlama ile bu gibi uygulamalardan yararlanabiliriz. Stratejik planlama açısından bakıldığında; Türkiye’de epeydir uygulamada olan doğrudan ilgili bazı üst politika belgelerinin yanı sıra (Ulusal İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı; Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi/ İDES; İklim Değişikliği Eylem Planı/İDEP), tarım, turizm, ulaştırma, enerji vb. sektörlerinin stratejilerinde iklim değişikliğinin etkilerinin ele alındığını biliyoruz. Bakanlıklar bu stratejilerde, dolaylı da olsa iklim değişikliği ile kendi çalışma alanlarıyla örtüşen çok sayıda hedefler koymuşlar, eylemler belirtmişler. Ancak bu hedefler ve eylemler gerçekleşti mi, ne ölçüde hayata geçirildi, bunları değerlendirmek çok zor. Çünkü stratejilere yazdığımız hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediğini nümerik göstergelerle takip edebileceğimiz sürekli bir izleme/değerlendirme sistemine sahip değiliz. Ulusal düzeydeki üst politika belgelerinin (ilgili bakanlıkların stratejik planları da dahil) yanı sıra yerel ölçekte iklim değişikliğine uyum eylemi için ele almamız gereken yine çok sayıda politika dokümanı ve planlar var; İllerin kuraklık eylem planları, illerin sulak alan planları, nehir havza koruma yönetim planları, havza yönetim planları, sektörel su tahsis planları, mekânsal strateji planları, bütünleşik kıyı alanları yönetimi planları, kentsel ulaşım master planları, kentsel yeşil altyapı strateji ve eylem planları, bazı özel koruma bölgelerine has iklim değişikliğine uyum planları gibi. İklim değişikliğine uyum eylemi ile ilgili her düzeyde hazırlanmış stratejileri, politika belgelerini, eylem planlarını say say bitiremiyoruz. Bu kadar kalabalık ve birbirinden kopuk süreçlerin, ülkenin iklim değişikliğine uyum eylemine itici güç sağlamasını kabul etmek zor; karar vermeyi işlevselleştirmeye ne ölçüde destek oldukları da biraz şüpheli. Kent afetlerinin çözümüne de dar bakıyoruz. Zannediyoruz ki kentlerde gri altyapıyı güçlendirirsek işi çözeceğiz. Oysa kent ekonomilerini besleyen bir dizi sektör var; inşaat, ulaştırma, turizm gibi. Bu sektörlerin etkilenebilirliğini hesaplamadan kentleri iklime dayanıklı yapamayız. Kıyı kentlerini özellikle mercek altına almalıyız. Ülke nüfusunun ve ekonomik faaliyetlerin önemli bir kısmının büyüyen kentlerin ve turizm sektörünün iklim değişikliğine kırılganlığı artırdığı kıyı bölgelerinde yoğunlaştığı gerçeğine odaklanmalıyız. Üstelik kıyı kentlerinin iklim değişikliğine uyumuna destek sağlayacak yasa ile belirlenmiş önemli yönetim araçlarımız var, bunlardan biri de “bütünleşik kıyı alanları yönetim planları”. Yapmamız gereken, bu planlara iklim değişikliğinin etkilerini ele alan parametreleri yerleştirmek ve uygulamalarda dikkate almak. İklim değişikliğine uyumu destekleyen çok sayıda yasamız, stratejimiz, planlarımız ve bakanlıklarımız, üst kurullarımız var ama anladık ki bunlar yetmiyor. Esas olan siyasi iradeyi de rahatlatacak işlevsel karar araçlarını uygulamaya sokmak, yani sert uyum önlemleri almak; erken uyarı sistemlerini, yeşil altyapı uygulamalarını, meteorolojik istasyon sayılarını ve daha birçok başka eylemi de çoğaltmak gerek. Ayrıca, bu alanda bilgi paylaşımının şeffaf olması da önemli, çok disiplinli ve kolektif çalışmaya ihtiyaç olan böyle bir alanda tüm paydaşların bilgilere/verilere kolayca erişebileceği bir sisteme son derece ihtiyaç var bu ülkede. Mevcut bilgiler dahi bir araya getirilemiyor, buluşturulamıyor. Uyum eylemi için karar verme süreçlerini zorlayan en önemli darboğazlardan biri de bu.