YAZI: Cem İskender Aydın, Mercator-İPM araştırmacısı, İstanbul Politikalar Merkezi, Sabancı Üniversitesi
Yakın zamanda da sıklıkla şahit olduğumuz üzere, Türkiye’de daha fazla enerji tüketmek, bir nevi modernleşme ve ilerleme ideolojisi doğrultusunda ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınması için bir ön koşul olarak görülüyor. Bu nedenle de özellikle 2000’li yılların ortalarından bu yana enerji üretimi altyapılarına yatırımlarda oldukça agresif bir strateji benimsendiğini görüyoruz. Özellikle acele kamulaştırma politikaları ve müşterek kullanılan derelerin ve meraların kullanım haklarının şirketlere devredilmesi gibi politikaları içeren yatırım stratejilerine tepki olarak ülkenin dört bir yanında HES’lere, termik santrallara, nükleer santrallara ve hatta rüzgâr gibi yenilenebilir enerji santrallarına karşı sayısız çevre adaleti ihtilafı ortaya çıkmış durumda.
Bu kısa analiz, özellikle elektrik üretimi altyapılarından kaynaklanan enerji adaleti ve ekolojik paylaşım ihtilaflarına odaklanmakta ve elektrik üretimi ve tüketimi üzerinden kentsel-kırsal etkileşimi daha iyi anlamak için farklı elektrik üretim projelerinin bir haritasını çıkarmaya çalışıyor. Bunun sonucunda da özellikle son otuz yıl boyunca giderek daha da artan neo-liberal modernleşme ve sanayileşme politikaları sonucu ortaya çıkan bazı çevre ihtilaflarına ışık tutmaya çalışıyor. Türkiye’de elektrik üretimi çoğunlukla kırsal kesimde yapılmakla birlikte, bu üretilen elektrik hem evsel, hem de endüstriyel kullanımın daha yüksek olduğu kentlerde tüketiliyor. Türkiye’de elektrik üretimi ve tüketiminin bölgesel dağılımının bir karşılaştırması, elektrik üretim kapasitesinin İzmir, Sakarya, Adana, Hatay, Zonguldak, Çanakkale, Muğla ve Samsun gibi bazı şehirlerde yoğunlaştığını gösterirken, elektrik tüketimi ülkenin biraz daha ülkedeki büyümenin motoru olarak kabul edilen sanayileşmiş ve kentleşmiş merkezlerinde, özellikle de İstanbul, Kocaeli, Bursa, Ankara ve İzmir’de tüketildiğini gösteriyor. Bu nedenle, örneğin Çanakkale ve Zonguldak gibi bazı şehirlerin, sanayileşme (ve dolayısıyla ekonomik büyüme) uğruna “ekolojik feda bölgeleri” olarak seçildiklerini söylemek mümkün.
Not: Bu analiz Nisan 2019’da Frontiers in Energy Research’te yayınlanan “Identifying Ecological Distribution Conflicts around the Inter-Regional Flow of Energy in Turkey: A Mapping Exercise” (Türkiye’de Bölgeler Arası Enerji Akışı Nedeniyle Ortaya Çıkan Ekolojik Paylaşım İhtilaflarının Tespiti: Bir Haritalama Çalışması) isimli çalışmadan kısaltılarak ve sadeleştirilerek türkçeleştirilmiştir. Makalenin tamamına erişim için: https://www.frontiersin.org/articles/10.3389/fenrg.2019.00033/full
Dünyada ve Türkiye’de Çevre Adaleti
Çevre ve ekonomik faaliyetler arasında temel bir çatışma var. Her ne kadar 1980’lerin sonundan beri yeşil büyüme, yeşil ekonomi, sürdürülebilir kalkınma ve benzeri isimlerle çevreyi koruyarak ekonomik büyümenin sağlanabileceği savunulsa da, pratikte henüz gerçek anlamda çevre üzerindeki toplam baskıyı küçülten ve mutlak ayrıklaşma (absolute decoupling) gösteren bir büyüme gözlemlenmiş değil. En basit ifadeyle, madde ve enerjiye bağımlı olarak yaşayan günümüzdeki egemen ekonomik sistem içerisinde ekonominin büyümesi için tüketilen madde ve enerji miktarı (yani toplumu bir insan vücuduna benzetecek olursak bir nevi “toplumun metabolizması” (societal metabolism)1) da büyümek zorunda. Dünyadaki enerji ve hammadde kullanım oranları şimdiye kadar olmadığı kadar yüksek seviyelere ulaştı ve ekonomik büyümenin hammadde kullanımından ve dolayısıyla çevreye olan olumsuz etkilerden “ayrıklaşacağı” (decoupling) ve de-materyalize olacağı tezlerinin aksine, her geçen gün daha çok enerjiye ve hammaddeye ihtiyaç duyuluyor. Bunun sonucunda ise hammadde ve enerji ihtiyaçlarını karşılamak için artık dünyanın daha uzak ve ücra köşelerine, yani “meta sınırlarına” (commodity frontiers)2 gidilmesi gerekiyor.
Büyümekte olan bu toplumsal metabolizmanın sonucunda “ekolojik paylaşım ihtilafları (EPİ)” (ecological distribution conflicts)3 dediğimiz, ve barajlar, termik ve nükleer enerji santralları, madenler, endüstriyel balıkçılık, çöp dolum alanları gibi projelerin yarattığı çevre yıkımlarına karşı dünyanın hemen her köşesinde çevre adaleti hareketleri (environmental justice movements) gözlemliyoruz.4 Bu ihtilaflar dünyada farklı yerlerde, farklı konularda ve farklı ölçeklerde ortaya çıkıyor. Örneğin kimi ihtilaflar iklim değişikliği gibi küresel ölçekte gözlemlenirken, diğer ihtilaflar yerel ölçekte, küçük bir köyün yanı başına dikilmeye çalışılan çok sayıda rüzgâr türbinine karşı ortaya çıkıyor. Kimi ihtilaflarda konu tehlikeli atıkların bertarafı sırasında ortaya çıkan eşitsizliklere karşı ses yükseltmek iken5 diğerlerinde altın madenlerinin yok edeceği eşsiz doğal güzellikleri korumak6, ya da alışveriş merkezine dönüştürülmek amacıyla çitlenen parklar gibi müşterek alanları savunmak olabiliyor.7
Bu tür ekolojik paylaşım ihtilaflarını belgelemek ve bu tür ihtilafların daha kapsayıcı bir politik ekonomi tarafından nasıl şekillendirildiğine ilişkin bir perspektif sunmak amacıyla 2011 yılından beri katılımcı bir biçimde yürüyen küresel bir harita geliştirme girişimi var.8 Küresel Çevre Adaleti Atlası (EJAtlas) adı verilen bu çalışma ekolojik paylaşım ihtilafların dünya çapında bir envanteri olup, dünya çapındaki çevre direnişlerini daha görünür kılmayı amaçlıyor ve Şekil 1’de gösterildiği üzere belirli ekonomik faaliyetlere karşı çevresel adalet hareketlerini belgeliyor. Böylesi bir haritalama çalışmasının hem akademik hem de aktivistlerce yaratılan yerel ölçekli bilgilerin sistematik bir şekilde sunulabilmesi açısından kritik bir araç olduğu açık. Haritalama sürecinin katılımcı niteliği, yalnızca metodolojik bir uygulama değil, aynı zamanda hem katkıda bulunanların gerçek insanlar ve topluluklar olması nedeniyle toplanan verilere daha meşruiyet sağlaması9 hem de “aksi halde gizli kalacak mücadeleleri ve birçok çevre adaletsizliğini görünür kılması” yönünden de gerekli.10
Ekolojik paylaşım ihtilaflarında genelde ilk göze çarpan nokta, bu ihtilafların çoğunlukla büyüyen toplumsal metabolizma sonrası ortaya çıkan eşit olmayan ekonomik ve ekolojik paylaşıma karşı hareketler şeklinde gözlemlenmesi. Ama eşitsiz paylaşım dışında karar alma mekanizmalarına eşit katılımın olmaması ve hakların ve kimliklerin adil bir şekilde tanınmaması da bu ihtilafların görülmesindeki diğer ana unsurlar olarak öne çıkıyor. Zira bir sürecin adil olması için sadece dağıtımın eşit olması çok önemli olsa da yeterli değil. Aynı zamanda katılımcı bir sürecin olması ve insanların o sürecin, kararın içinde var olması gerekiyor. Bu bağlamda Sydney Üniversitesi’nde çevre politikaları alanında çalışan David Schlosberg’e göre çevre adaletinin üç tane ana boyutu var: 11
Dünyadaki gelişmelere benzer şekilde, Türkiye de özellikle 1990’lı yıllardan beri artan sayıda çevre adaleti mücadelesine şahit oluyor. Özellikle de son 30 yılda ekonominin hızla büyümesi ve buna bağlı olarak kentsel nüfusun artması sonucunda ülkenin hammadde ve enerji ihtiyacı da hızla arttı. Bunun sonucunda da ülkedeki bazı biyolojik çeşitlilik açısından küresel öneme sahip önemli doğa alanları da dahil olmak üzere birçok doğal varlık sanayileşmenin ve kentleşmenin baskısı altına giriyor, ülkenin giderek daha da agresifleşen “modernleşme” ve sanayileşme politikaları nedeniyle bu varlıklar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.12 Bunun sonucunda da geçtiğimiz 30 yıl içinde çok sayıda çevre direnişine şahit olduk. Örneğin Bergama’daki siyanürlü altın madenciliğine karşı direniş13, Gerze’deki kömürlü termik santral karşıtı mücadele14, ya da İstanbul’un kuzey ormanlarını yok eden köprü, otoyol, havalimanı, ve kanal gibi “çılgın projeler”e karşı hareketler15 hemen hemen herkesin hatırladığı mücadelelerden.
Bu çok bilinen mücadeleler dışında ülkenin dört bir yanında yerel aktivistler çok sayıda başka mücadeleler veriyorlar. Şekil 2’de bu daha az bilinen mücadeleleri, küresel haritalama girişimine benzer şekilde, 2013-2017 yılları arasında yayında olan ve Türkiye’deki çevre ihtilaflarını belgelemeye çalışan “Türkiye Çevre Adaleti Atlası”ndan da görüleceği üzere ülkenin dört bir yanında raporlanan en az 150 çevre direnişi mevcut. Haritada raporlanmayan ihtilafları da düşününce ülkemizin ekonomik büyüme amacıyla nasıl bir ekolojik bozulma sürecinden geçtiğini görmek mümkün. Haritadaki rapor edilen ihtilafların büyük çoğunluğunu ise, kömürlü ve doğal gazlı termik santrallar, HESler, nükleer santrallar ve rüzgar ve jeotermal gibi “yenilenebilir” enerji santralları oluşturuyor. Bu noktada özellikle elektrik üretim altyapılarının neden olduğu ekolojik paylaşım ihtilaflarını anlamak için bu ihtilafları biraz daha detaylı bir incelememiz ve “enerji adaleti” kavramını tartışmamız açmamız gerekiyor.
Enerji Adaletini Anlamak
Enerji adaleti kavramı “Çevre Adaleti” ve “İklim Adaleti” kavramları ile de çok yakından ilişkili. Çevre adaleti gibi, enerji adaletinin de “Paylaşım”, “Katılımcılık” ve “Hakların Tanınması” şeklinde üç tane ana boyutundan bahsetmemiz ve haliyle enerji adaletinin sağlanıp sağlanmadığını da en iyi aşağıdaki sorulara olumlu cevap verilip verilmediğine bakarak kontrol etmemiz mümkün.
Örneğin Türkiye’de enerji adaleti olup olmadığı sorusuna bakalım önce. Türkiye’nin enerji politikalarında yıllardır arz güvenliği, enerji fiyatlarının düşük olması ve rekabet gücü konusundaki kaygılar baskın halde. Bu kaygılar, hem enerji hem de çevre politikaları açısından, ve özellikle de iklim politikası açısından, ülkemiz için bir takım önemli zorluk ve sorumlulukları beraberinde getiriyor. Bunun yanında Türkiye’deki politika yapıcılar, modernleşme ve gelişme idealleri doğrultusunda, ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasının en önemli önkoşullarından biri olarak daha fazla enerji tüketimini görüyorlar. Öte yandan, Türkiye petrol, doğalgaz ve yüksek kalorili kömür gibi fosil yakıt kaynakları açısından fakir bir ülke ve başta doğalgaz ve petrol olmak üzere ithal fosil yakıtlara bağımlı ve halihazırda, ülkede tüketilen tüm enerjinin dörtte üçünden fazlası yurt dışından ithal ediliyor.
Dış kaynaklara olan bağımlılığı azaltmak için Türkiye 2000’li yılların ortalarından itibaren agresif bir yerli enerji üretimi stratejisi güdüyor. Bu bağlamda çok sayıda küçük ölçekli nehir tipi hidroelektrik santralı, yerli linyit ile çalışacak termik santrallar (Şekil 3), ülkenin rüzgar enerjisi potansiyelimizi sonuna kadar kullanacak rüzgar santralları planlanıyor ve inşa ediliyor, bunlara ek olarak da Akkuyu (Mersin) ve İnceburun’da (Sinop) da iki tane nükleer santral inşa etmek için yoğun olarak çalışılıyor. Bu enerji üretim politikaları ise büyük çoğunlukla merkezi yönetim tarafından yerel halka sorulmadan alınıyor.
Şekil 3 Türkiye’de planlanan ve işletmedeki termik santrallar
Bu agresif, kararların tepede alındığı ve yerel halkın görüşüne başvurulmadığı enerji politikası modeli sonucunda ise ülkenin pek çok yerinde enerji santrallarına karşı yerel hareketler görüyoruz. Türkiye Çevre Adaleti Atlasına bakınca (Şekil 4), ülkenin dört bir yanında değişik enerji projelerine karşı sürdürülen “enerji adaleti” mücadelelerini görmek mümkün.
Öte yandan Türkiye’deki enerji adaleti meselesini daha iyi anlamak için Türkiye’de örneğin elektriğin kim tarafından üretildiğine bakmakta da fayda var. 1990’ların sonundan itibaren devlet elektrik üretimini artırmak amacıyla, küçük derelerin ya da kömür madenlerinin kullanım haklarını 49 yıllığına özel sektöre devrettiği, bazı enerji santrallarının yine özel sektöre satıldığı büyük ölçekli bir özelleştirme hamlesine başladı. 2000’li yıllarda iyice hızlanan bu hamlenin asıl amacı, ulusal enerji sektörünü serbestleştirme ve deregüle etmekti. 1990’larda elektrik üretiminin büyük bir kısmı kamunun sahip olduğu santrallarda yapılırken, geçtiğimiz 15 yıl içinde özel sektörün payı önce kamu payını geçti ve günümüzde ülkedeki elektriğin dörtte üçü özel sektör tarafından üretilir hale geldi (Şekil 5).
Enerji adaleti ile ilgili bir diğer mesele de örneğin elektriğin nerede üretildiği ve buna karşılık nerede tüketildiği ile ilgili. Kömürlü termik santrallar başta olmak üzere, HES’lerin, rüzgar ve jeotermal santrallarının olumsuz etkileri daha fazla santralların yakın çevrelerinde görülüyor ve bu santralların yakınlarında yaşayan yerel halklar bu olumsuz etkileri sırtlanıyor. Türkiye’de elektrik üretimi çoğunlukla kırsal alanda gerçekleştirilirken, elektrik çoğunlukla kentsel alanda, yani hem sanayi hem de hanehalkı tüketim seviyelerinin daha yüksek olduğu yerlerde tüketiliyor. Bu durumu Türkiye’de elektrik üretiminin ve tüketiminin illere göre dağılımını karşılaştırarak gözlemlemek mümkün. Şekil 6, Türkiye’deki şehirleri, o şehirde tüketilen toplam elektrik ve üretilen toplam elektrik bakımından karşılaştırıyor. Elektrik üretim kapasitesinin İzmir, Adana, Zonguldak, Samsun, Çanakkale gibi illerde yoğunlaştığını, elektrik tüketiminin ise daha çok kentleşmiş ve sanayileşmiş şehirlerde, özellikle İstanbul ve çevresi (Kocaeli, Bursa), Ankara ve İzmir’de yoğunlaştığını görebiliyoruz.
Benzer bir karşılaştırmayı, en çok elektriğin üretildiği ve en çok elektriğin tüketildiği 10 ili gösteren Şekil 7’de de görmek mümkün. Görüldüğü üzere İstanbul’da hemen ardından gelen İzmir’den iki kat fazla elektrik tüketiliyor. Buna ek olarak, İzmir ve Hatay dışında hem üretimde hem de tüketimde ilk onda yer alan şehrimiz yok. Tüketim genelde ülkenin büyümesinde önemli rol oynayan sanayileşmiş şehirlerde gerçekleşirken, elektrik üretimi ise turizm ve tarımsal üretime dayalı ekonomilere sahip şehirlerde gerçekleşiyor.
Sonuç yerine
Yukarıdaki şekillere bakarak, Türkiye’de, daha yüksek enerji tüketiminin ekonomik ve sosyal kalkınmanın bir zorunluluğu olarak görüldüğünü ve sanayileşme ve kentleşme şeklinde çerçevelenen eksik bir “modernleşme” çabasının parçası olduğunu söylemek mümkün.18 Bu noktada, özellikle İstanbul’un ülkenin modernleşme yolculuğunda oynadığı kritik rolü incelemek, bir önceki cümleden geçen çıkarımı anlamak için yardımcı olabilir. İstanbul’un birçok açıdan, ülkemizin küreselleşmiş dünyaya entegrasyonu için hem bir sahne, hem de bir aktör olduğunu söylemek mümkün.19 Son zamanlarda şahit olduğumuz mega projelerden de gördüğümüz üzere Türkiye’nin modernleşme ve sanayileşme imajı bu kent üzerinden yansıtılıyor. İstanbul’dan gelen yüksek elektrik talebini karşılamak için de merkezi hükümet yeni ve daha büyük enerji santralları inşa etmek için önemli çabalar sarf ediyor. Özellikle, Şekil 8’de de gösterildiği üzere Çanakkale ve Zonguldak gibi şehirler halihazırda pek çok kömür yakıtlı enerji santralına ev sahipliği yapıyor, çok sayıda santral da planlanmış veya duyurulmuş durumda. Bu şehirlerde üretilen elektriğin İstanbul, Kocaeli, Tekirdağ veya Bursa’ya, yani sanayileşmiş merkezlere aktarılması yeni ve kapsamlı iletim hattı yatırımlarına ihtiyaç duyulmadığı için daha kolay.
İstanbul ve çevre illerde bulunan sanayi ve hizmet sektörlerinin ülkedeki büyümenin motoru olduğu göz önüne alındığında, yukarıdaki örnekte görülen Çanakkale ve Zonguldak gibi bazı şehirlerin, ekonomik büyüme uğruna “ekolojik feda bölgeleri” olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu şehirler, Adana ve Kahramanmaraş gibi diğer şehirlerle aynı kaderi paylaşıyor. Planlanan ve duyurulan projelerin çoğu yerel mücadeleler nedeniyle belki de asla gerçekleşmeyecek ama yerel toplulukların sadece termik santral söylentilerinden bile oldukça olumsuz etkilendikleri ortada.
Sonuç olarak, bu kısa analizde kullanılan basit haritalama görselleştirmesi bile ekonomik büyüme ve gelişme adına birçok kırsal alanın ekolojik feda bölgeleri olarak görüldüğünü anlamamıza yardımcı oluyor ve Türkiye’deki kentsel ve kırsal bölgeler arasında eşit olmayan ekolojik paylaşımı gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de özellikle elektrik tüketimi ve üretimi açısından bir adil dağıtım olduğunu söylemek oldukça zor. Enerji politikalarının katılımcı bir şekilde oluşturulmadığı ve yerel toplulukların haklarının genelde göz ardı edildiğini de hesaba katınca ülkemiz enerji adaletinden bahsetmemiz pek de mümkün değil. Öte yandan elektrik üretimi ve tüketiminin kent ve kır arasında eşit olmayan paylaşımın sadece bir kısmını oluşturduğunu ve başka sektörleri de kapsayan daha kapsamlı bir analizin daha genel çevre adaleti tartışmalarını anlamak için gerekli olduğunu da belirtmek gerekiyor.
1-Fischer-Kowalski, M., & Swilling, M. (2011). Decoupling Natural Resource Use and Environmental Impacts from Economic Growth. http://wedocs.unep.org/handle/20.500.11822/9816
2-Moore, J. W. (2000). Sugar and the Expansion of the Early Modern World Economy. Review: Fernand Braudel Center, 23(3), 409–433.
3-Martinez-Alier, J., & O’Connor, M. (1999). Distributional issues: an overview. In J. Van den Bergh (Ed.), Handbook of Environmental and Resource Economics. Cheltenham: Edward Elgar.
4-Bullard, R. D. (Robert D. (1993). Confronting environmental racism : voices from the grassroots. South End Press.
5-Bryant, B. I., & Mohai, P. (1992). Race and the incidence of environmental hazards: a time for discourse. Westview Press.
6-Martinez-Alier, J. (2001). Mining conflicts, environmental justice, and valuation. Journal of Hazardous Materials, 86(1–3), 153–170. https://doi.org/DOI: 10.1016/S0304-3894(01)00252-7
7-Özkaynak, B., Aydın, C. İ., Ertör-Akyazı, P., & Ertör, I. (2015). The gezi park resistance from an environmental justice and social metabolism perspective. Capitalism, Nature, Socialism, 26(1), 99–114.
8-Temper, L., del Bene, D., & Martinez-Alier, J. (2015). Mapping the frontiers and frontlines of global environmental justice: the EJAtlas. Journal of Political Ecology, 22, 255–278.
9-Bryan, J. (2015). Participatory Mapping. In T. Perreault, G. Bridge, & J. McCarthy (Eds.), The Routledge Handbook of Political Ecology (pp. 249–262). New York: Routledge.
10-Martinez-Alier, J., Temper, L., del Bene, D., & Scheidel, A. (2016). Is there a Global Environmental Justice Movement? Journal of Peasant Studies, 6150(April).
11-Schlosberg, D. (2007). Defining Environmental Justice: Theories, Movements and Nature. New York: Oxford University Press.
12-Paker, H., Adaman, F., Kadirbeyoğlu, Z., & Özkaynak, B. (2013). Environmental organisations in Turkey: engaging the state and capital. Environmental Politics, 22(5), 760–778. https://doi.org/10.1080/09644016.2013.825138
13-Çoban, A. (2004). Community-based Ecological Resistance: The Bergama Movement in Turkey. Environmental Politics, 13(2), 438–460. https://doi.org/10.1080/0964401042000209658
14-Akbulut, B. (2014). Neither Poor Nor Rich But “Malcontent”: An Anotomy of Contemporary Environmentalisms. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, 2(1), 9–24. https://doi.org/10.14782/SBD.201416298
15-Gülersoy, N. Z., Erdemli Mutlu, Ö., & Yazıcı Gökmen, E. (2014). İstanbul’un Geleceğini Etkileyecek Üç Proje: 3. Köprü – 3. Havalimanı – Kanal İstanbul. İstanbul.
16-TEIAŞ (Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi), 2017, http://www.teias.gov.tr/T%C3%BCrkiyeElektrik%C4%B0statistikleri/istatistik2015/istatistik2015.htm
17-TUIK, 2017, https://biruni.tuik.gov.tr/bolgeselistatistik/anaSayfa.do?dil=en
18-Arsel, M., Akbulut, B., & Adaman, F. (2015). Environmentalism of the malcontent: anatomy of an anti-coal power plant struggle in Turkey. The Journal of Peasant Studies, 42(April), 371–395. https://doi.org/10.1080/03066150.2014.971766
19-Akpinar, İ. Y., & Paker Kahvecioğlu, N. (2007). Küresel İstanbul’un mekansallaşması : “kap(ı/a)lı özel siteler .” In IAPS-CSBE Network Kitap Serisi: 7-Kent, Kültür ve Konut (pp. 168–176). İstanbul.
Azerbaycan COP29 Başkanlığı, girişimin 2025 sonrası iklim finansmanı hedefiyle ilgili müzakerelerle iç içe geçme riski…
UNEP, küresel ısınmayı olumsuz yönde etkileyen metan emisyonlarını azaltmaya yönelik taahhütlerin arttığını, ancak bu yöndeki…
Çatışmalardan etkilenen bir grup ülke, halklarının karşı karşıya olduğu doğal afet ve güvenlik krizleriyle mücadele…
COP29'a ev sahipliği yapan Azerbaycan ve komşuları hâlâ büyük ölçüde fosil yakıtlara bağımlı ancak yenilenebilir…
COP29'a ev sahipliği yapan Azerbaycan, 2229 kişiyle zirvede en büyük delegasyona sahip ülke olarak kaydedildi.…
Fosil yakıt lobicileri COP29’da iklim açısından en hassas ülkelerin delegasyonlarını gölgede bıraktı; zirveye iklim açısından…