Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum, İklim Haber’in geçtiğimiz hafta sonu Japonya’nın Osaka şehrinde düzenlenen G20 Zirvesi hakkındaki sorularını yanıtladı. Doç. Dr. Cerit Mazlum, G20’nin iklim değişikliği politikası bağlamında önemli bir uluslararası bir platform rolünden Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesinden itibaren çekildiğini belirtirken, Türkiye’nin ise G20’yi, eğer isterse, iklim değişikliği politikasındaki tutumunu aktarma ve çabalarını paylaşma konusunda son derece etkili bir zemin olarak kullanabileceğini söylüyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Geçtiğimiz hafta sonu G20 Zirvesi Osaka’da tamamlandı. Kısaca iklim değişikliğinin G20 zirvelerindeki yerinden bahsederek bu seneki zirveyi değerlendirebilir misiniz?
G20 özellikle 2009’dan bu yana küresel iklim değişikliği politikası bağlamında önemli bir uluslararası bir platform haline geldi. Aktörleştiğini de söyleyebiliriz. Bu rolü G20 ülkeleri kendileri üstlenmiş gibi oldular. Küresel finansal krizle Kopenhag Konferansı’nın birleşmesi G20’ye de krizi aşmak için iklim değişikliği sorununa çözüm arayışı üzerinden yeni bir yol açmış oldu. G20’yi küresel iklim politikasının ayrılmaz bileşenlerinden birisi olarak görüyoruz. G20 ülkeleri uzunca bir süre bu misyonunu sürdürdü. Özellikle Taraflar Konferanslarından önce düzenlenen G20 zirvelerinde ilan edilen deklarasyonlar ve liderlerin üzerinde uzlaştığı politika amaçları kendinden sonra gelen konferanslara da yön verici hale geldi. Bir ölçüde bu konferansların dinamiğini de belirleyecek bir etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca iklim değişikliği konusunda değil, Montreal Protokolü ve Kigali Değişikliği bağlamında da etkisi olmuştu. Kigali Değişikliği, Obama’nın Çin’i ve Hindistan’ı ikna etmek üzere üstlendiği bir rol ile başlattığı girişimin sonucunda yapılabilmişti. Böyle olumlu katkıları var G20’nin. İklimle bağlantılı olarak, enerji alanında da özellikle fosil yakıt sübvansiyonlarının azaltılması konusunda bir gündemi var. Bu süreçte G20 ülkelerinin bu sübvansiyonları azaltmak yerine artırdıklarını biliyoruz. Fakat böyle bir gündemin oluşmasına katkı da sağlıyor. İklim rejiminin kapsamında bunu yapamayan devletler, bir paralel süreç olan G20 kapsamında sorunun asıl kökeni olan fosil yakıtlarla ilgilenebilir hale geldiler.
Bu bağlamda G20’nin küresel iklim politikasında gündem ve söylem oluşturmakta önemli bir işlevi var. Ancak Trump’ın ABD başkanı seçilmesinden sonra G20’nin kendi kendine üstlenmiş olduğu rolden geri çekilmesiyle karşı karşıya kaldık. Trump’ın bu sürece katılmayıp, hatta diğer üye ülkelerin de politikalarını etkilemek içi harcadığı çaba, G20’yi bu anlamda zayıflattı. Trump önce 2017’de Paris Anlaşması’ndan çekileceğini ilan etti. Arkasından da Hamburg’daki G20 Zirvesi’nde bunun hemen yansımasını gördük. Deklarasyon, özellikle iklim başlığında, “G20 eksi bir” haline gelmiş oldu. 20 ülke birlikte bir deklarasyon yayımlıyor ama iklim başlığında ayrı bir madde daha açılarak ABD’nin pozisyonu tanımlanıyor. Geçen seneki Buenos Aires Zirvesi’nde de böyle oldu. Bu sene üçüncü sene ve Osaka Zirvesi’nde de ABD’nin pozisyonu ayrı bir madde altında açıklandı.
ABD’nin pozisyonunun ayrı bir madde altında açıklanması ne anlama geliyor? Bu seneki zirve, geçtiğimiz yıllardaki zirvelerden bu anlamda ayrılıyor mu?
Bu seneki farklılık, liderler deklarasyonunda ABD’nin pozisyonunun daha ayrıntılı bir şekilde yazılmasıydı. Daha önce yalnızca ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmeyi planladığı, ABD’nin diğer yakıtlarla birlikte fosil yakıtları desteklemeye ve kullanmaya devam edeceği, enerji konusunda sorun yaşayan ülkelere destek vermeyi sürdüreceği söylenirken, bu sene ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmesinin gerekçesi de yazılmış metne. ABD’de çalışanların ve vergi mükelleflerinin dezavantajlı duruma düşürüldüğü bir anlaşma olduğu söyleniyor metinde. Bunun arkasından başka ifadeler de var. Hepsi birlikte düşünüldüğünde ABD’nin Osaka zirvesinde iklim bölümünün yazılması konusunda daha fazla müdahil olduğunu görebiliyoruz. Metnin şekillenmesi konusunda diğer ülkeleri de etkilemek için daha yoğun çaba harcadığını söyleyebiliriz. Daha başka ülkeleri iklim değişikliği konusundaki o mutabakattan çıkaramayınca, ABD’nin pozisyonunun tüm açıklığı ile ifade edilmesi gibi bir yola gidilmiş. Herhalde böyle bir uzlaşma sonucunda, ABD kendisince iklim anlaşmasının adil olmadığını ifade edecek bir formül ile yazılmış deklarasyon.
Şunu da söyleyeyim, ABD metinde ifade edildiği gibi iklim lideri değil. Ülke, 2005’ten 2017’ye kadar emisyonlarını düşürürken ekonomik büyümesini sürdürdü. Dolayısıyla emisyonları azaltmakta dünya lideridir iddiası var metinde. Bu şu açıdan dile getirilebilecek bir şey: Özellikle Obama’nın getirmiş olduğu düzenlemelerle birlikte ABD’de emisyonlar artmadı, bir azalma var. Fakat kaya petrolü ve kaya gazı daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlandığı için, Obama’nın dönemine de denk gelen bir şey, ABD ekonomisi kendiliğinden kömürden çıkmaya başladı. Bu da ekstra bir çaba harcamadan emisyonların azalması gibi olumlu bir sonuç doğurmuş oldu. Deklarasyonda bu formülasyonla dile getirilmesi diğer G20 ülkelerinin çabalarını önemsizleştirmek anlamına gelir. Benim en fazla dikkatimi çeken AB’nin daha kararlı şekilde, bir politika ekseni hedefinde emisyonlarını 1990 seviyesinin altına, yaklaşık %30’lara varan oranlarda azaltabilmişken bunu orada dile getirmeyip ABD’nin pozisyonunu gerekçelendirmek için, kendi bakış açısından emisyonlarını azaltabildiğini söylemesine izin verilmesi. Bu da G20’de müzakerelerin ne kadar çetin geçmiş olduğu konusunda bir gösterge olarak dikkat çekici.
O cümlenin öyle yazılmış olmasının bir etkisi daha var. Uluslararası politika yansıması bakımından değerlendirdiğimde, “Paris Anlaşması’na katılmasanız da, Kyoto Protokolü’ne taraf olmasanız da emisyonlar azaltılabiliyor demek ki” anlamı çıkabilir. “2005’ten 2017’ye emisyonlarımızı bu kadar azalttık, kural tabanlı ve eşitlik bazlı uluslararası anlaşma içerisinde olmasanız bile emisyonlar azaltılabiliyor. Dolayısıyla iklim mücadelesinde böyle bağlayıcı kuralları olan uluslararası anlaşmaların çok da bir gerekliliği ve önceliği yok” diye bir çıkarımda bulunmanıza yol açabilecek ifadeler bunlar. Metnin o şekilde formüle edilmesi bu nedenle tartışmalı bence.
Fakat yine de içerideki müzakereleri bilmiyoruz. ABD’nin genel olarak diğer ülkelerin tavrını değiştirme yolunda diplomasi yürüttüğünü haberlerde gördük. “G20 eksi bir”den daha fazla olmasın bu eksiler diye, ABD’nin kendisini bu şekilde ifade etmesine alan açılmış gibi görünüyor. Bu ifadenin burada olması, kural tabanlı uluslararası mücadeleyi zayıflatacak bir şey. O açıdan rejimin meşruiyet tabanını, evrenselliğini tartışılabilir hale getirebilecek bir ifade olduğundan geçmiş iki yıla göre oldukça zayıf bir sonuç olarak gördüm bu seneki açıklamayı.
Ama öbür taraftan, G19 diyelim, Paris Anlaşması’nın uygulama döneminin başlamakta olduğunu, 2020’de halihazırda sunmuş oldukları ulusal katkıları güncelleyeceklerini ve anlaşmanın amaçlarına ulaşmak için daha fazla çaba gerektiğini dile getirerek pozisyonlarını açıkladılar.
Onun dışında iklim değişikliğini ele alan paragrafta, Paris Anlaşması’nın genel çerçevesini, hem mitigasyon hem de adaptasyon arasında denge sağlamaya, uluslararası finansman konularına da vurgu yapan bir metin var. Bu açıdan o kısımda çok büyük bir geriye gidiş bulunmamakla birlikte ABD’nin çok uzun bir paragrafta kendi iddiasını yine kendi gerekçeleriyle dayanaklandırarak -anlaşmanın içerisinde olmadan da iklim değişikliği ile mücadele edilebilir- demiş olması, ABD’nin işbirliğine zarar verici tutumuna meşru bir zemin vermiş deklarasyon. O yüzden bundan sonraki G20 zirveleri için bir yol açılmış oldu. Gelecek sene G20 Suudi Arabistan’da toplanacak ki onlar da fosil yakıtların ve özellikle petrolün kullanılmasına devam edilmesi için ciddi bir çaba harcıyorlar. Bu seneki metnin içerisinde emisyonlara değer kazandırmak ve geri dönüştürmek, karbon tutmak ve saklamak gibi politika araçları da bundan sonra üzerinde durulacak konular arasında yer almış. Gelecek seneki zirveye doğru bir hazırlık aslında. Şimdiye kadar öyle ifadeler yoktu.
Tüm bunları göz önüne aldığınızda gelecek sene iklim değişikliği konusunda ne kadar güçlü bir metin bekleyebiliriz bilemiyorum. Paris’e atıflar bulabiliriz. 2017’deki Hamburg Zirvesi’ndeki kadar “Paris Anlaşması ve yaratılan ivme geri döndürülemezdir” gibi ifadelerin yer alıp almayacağı konusunda endişe ediyorum. G20’nin kendi kendine üstlenmiş olduğu bu önemli rolün zaten sönümlenmekte olduğunu söyleyen küresel gözlemciler var. Uluslararası politika çalışanlar, G20’nin 2009’daki G20 olmadığını söylüyorlar. Biz buna şunu da ekleyebiliriz: 2009’daki iklim açısından güçlü bir duruşa sahip olan G20, 2019’da yok.
Avrupa Birliği ve Fransa’nın, ayrı ayrı, G20 deklarasyonunda iklim konusunda geçmiş senelerden daha fazla geri gitmemeyi sağlayacak çabaları olmasaydı, daha da ümitsiz olacaktık. Bu anlamda Paris’ten, özellikle Obama’dan sonra bir liderlik boşluğundan bahsediliyor. AB’nin G20’yi de kullanarak bu boşluğu doldurmak adına ciddi bir mücadele içerisinde olduğunu belirtmemiz lazım. Kendileri AB zirvesinde 2050 net sıfır karbon hedefini kabul edemediler. Oradaki zayıflığı G20’de bir ölçüde telafi etmiş oldular.
Türkiye için nasıl bir zirve geçti? Bu ve benzeri zirveler iklim değişikliği alanında Türkiye için nasıl bir anlam taşıyor?
Türkiye’nin G19’un içerisinde kalması önemli. 2017’den beri G20 zirvelerinde Türkiye’nin eksilen bir ülke olup olmayacağı soruluyor. Olmadı. Bu sevindirici bir gelişme. Çünkü Paris Anlaşması içerisinde olmak istiyor aslında. Sözleşme çerçevesindeki ek pozisyonu dolayısıyla anlaşmaya taraf olamıyor. Türkiye’nin politikasını genel olarak ele almadan Paris Anlaşması’na taraf olup olmaması çerçevesinde bir değerlendirme yapıyorum. Türkiye’nin Paris Anlaşması’ndan yana duran bir ülke olması önemli, deklarasyondaki bu birliği bozmaması anlamında. Aralık’ta Şili’de düzenlenecek 26. Taraflar Konferansı’nda Türkiye yine kendi pozisyonu için müzakere edecek. Birliği bozmayıp, G20 içerisinde kalmış olmak bir artı. Türkiye’nin; ABD, Brezilya veya Suudi Arabistan gibi uluslararası basında özellikle dile getirilen “G20 eksi ülkeler” arasında olması, uluslararası müzakerelerdeki tutumunu olumsuz etkileyebilecek bir tablo çıkarırdı karşımıza.
G20’nin Türkiye açısından görebildiğim kadarıyla bir fonksiyonu daha oldu bu sene. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin Eylül’deki iklim eylemi zirvesinde Türkiye belirlenmiş olan temaların yürütücülerinden bir tanesi. “Yerel İklim Eylemi” başlığının İtalya ile birlikte öncülüğünü yürütüyor. Dolayısıyla bu temanın altındaki çalışmaları Türkiye koordine ediyor. Genel sekreter zirvenin somut sonuçları olmasını çok önemsiyor. Bunun için de temalarda öncülük üstlenmiş ülkelerle daha fazla temas halinde. Genel sekreterin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinde özellikle bu konu ele alınmış. Bir ölçüde bu bize G20’nin, Türkiye’nin iklim politikası açısından yeni bir zemin olabileceğini gösteriyor. Yalnız Paris Anlaşması müzakereleri değil, G20 zeminini de hem kendi öncelikleri hem de uluslararası işbirliğine katılma/eklemlenme açılarında bir zemin olarak kullanabileceğini görüyoruz. AB’nin de yaptığı gibi bunu daha fazla kullanmalı Türkiye. G20’yi kendi kendine üstlenmiş olduğu misyona uygun ve denk gelecek bir şekilde iklim değişikliği politikasındaki tutumunu aktarmak ve çabalarını paylaşmak konusunda son derece etkili bir zemin olarak kullanabilir.
Bu tür kulüpler, gruplar, uluslararası platformlar Türkiye için her zaman iklim değişikliği konusundaki sözünü söylemek, yaptığını göstermek, yapamadığını niye yapamadığını ve hangi koşullarda yapabileceğini paylaşmak konusunda önemli zeminler sağlıyor.