YAZI: Bekir Ağırdır / KONDA Araştırma
Türkiye coğrafyası kadim erozyon ve kuraklaşma sorununun yanı sıra uzun bir süredir de iklim değişikliğinin sorunlarıyla karşı karşıya. Neredeyse her yoğun yağmurun felaketlere dönüşmesi, hava sıcaklıklarının bir günden diğer güne 10 derece değişmesi haberlerin baş sıralarında. Medyanın çekmecedeki hazır haberlerinden birisi her mevsim değişiminde 40 yılın sıcaklığı, 60 yılın kuraklığı haberleri oldu. Demem o ki bu coğrafyanın insanları uzun süreden biri giderek artan biçimde iklim değişikliğini bizatihi deneyimliyorlar.
Öte yandan son yılların inşaata yaslanan hoyrat kalkınma politikasının sonuçlarıyla yüzleşiyor bu toplum. Ölçekleri büyütmesinden garip bir övünç duyarak inşa edilen çevre yolları, hidroelektrik santralları, havaalanları, maden sahaları ve apartman tarlalarının yol açtığı çevre sorunlarıyla iklim değişikliğinin etkileri birbirlerinin etkilerini geometrik biçimde artırıyor.
Bu coğrafyanın insanları tüm bunları yaşıyor. Nitekim araştırma, iklim değişikliğinin Türkiye’de her 10 kişiden en az altı kişinin endişelendiği bir konu olduğunu gözler önüne seriyor. Yine araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de her 10 kişiden yedisi Türkiye’de afetlerin arttığını ve yine 10 kişiden yedisi bu afetlerde iklim değişikliğinin rolü olduğunu düşünüyor.
İklim değişikliğinin ve çevre sorunlarının giderek felaketlere dönüştüğü bu zaman aralığında bir yandan da toplum siyasal kutuplaşmanın katmanlarını derinleştirerek aidiyet ve inanç kutuplaşmasına, hayat tarzı kutuplaşmasına dönüştüğü bir süreçten geçiyor. Öyleyken, tüm kutuplaşmalara karşın iklim değişikliği konusundaki tespit ve endişeler neredeyse kutuplara göre hiç değişmiyor. AK Parti’ye oy verenlerin %65’i, CHP’ye oy verenlerin %78’i Türkiye’de afetlerin arttığını düşünüyor. Üniversite mezunlarının %76’sı afetlerin arttığını ifade ederken, eğitim durumu lise altı olanlarda bu oran %70. Dindar muhafazakârlar afetlerin arttığını %64, geleneksel muhafazakârlar %72, modernler ise %75 oranında düşünüyor.
Tam da böylesi zamanlarda, krizlerin derinleştiği ve katmanlarının, boyutlarının çoğaldığı zamanlarda toplum, siyasetçilerine, akademisyenlerine, aydınlarına, kanaat önderlerine bakar. Çünkü sade bireyler yaşadıkları sorunları tespit ederler ama çözümlerini, çıkış yollarını kendi yetişkin ve karar verici insanlarından beklerler. Oysa Türkiye siyasetçilerinin ve aydınlarının geleneksel tavrı toplumun değişim istemediği, demokrasi istemediği gibi safsatalara sarılarak kendi pozisyonlarını değiştirmemekten ibarettir. Sorunları bizatihi deneyimleyerek gören insanların bunların çözümlerini de talep etmesinden doğal bir şey olamaz. Elbette sade bireylerin kamusal politikalar konusunda bilgileri eksik olabilir ama bu çözüm, değişim istemiyorlar anlamına gelmez.
Siyasetçiler bireylerin refah talebine yaslanarak; aydınlar, akademisyenler ve sivil toplum aktörleri de yalnızca itiraz siyasetine sıkışarak toplumun önüne çözüm yolları koymanın gerekliliğini çoğu zaman ıskalıyorlar. İçtenlikle sürdürülen az sayıdaki sivil toplum çabalarının ve akademik çalışmaların etkileri ise umulan kadar olamıyor bu ortamda ne yazık ki.
İklim değişikliğinden en çok etkilenecek coğrafyaların birinde bulunan Türkiye’de, ulusal ve yerel düzeyde iklim değişikliğinin ne tür etkileri olduğuna dair yeterli sayıda bilimsel çalışmalar olmamasına rağmen, yine de toplumun yarısından fazlasının günlük yaşamında iklim değişikliğinin etkilerini hissediyor olması oldukça dikkat çekici. Ayrıca, bu konuda fikri olan her 10 kişiden yedisi Türkiye’de iklim değişikliğinin etkilerinin şu anda yaşandığını ifade ediyor. İklim değişikliğinden çok endişeli olanların %77’si, endişeli olanların ise %64’ü Türkiye’nin şu anda iklim değişikliğinden etkilendiğini düşünüyor.
Topluma atfedilen ve araştırma bulgularının ortaya çıkardığı gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan algıları besleyen toplumun refah, istihdam, konut talepleri gibi kalkınmacı politikaları besleyen ihtiyaç ve talepleri de elbette gerçekliğin bir parçası. Ama mesele siyasetçilerin, aydınların, sivil toplum aktörlerinin, sade bireylerin bu ihtiyaç ve taleplerinin karşısına ne koyduklarında yatıyor.
Her 100 insanın 55’inin gelecek kaygısı yaşadığı bir süreçte yalnızca felaket haberlerine ve kıyamet diline dayalı söylem ve politikalar karşılık bulmuyor belki de. Türkiye toplumunun hangi demografik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kümeden olursa olsun beklentilerini ekonomik ihtiyaç ve talepleri oluşturuyor. Halbuki korkuları farklı kültürel kümelere göre farklı ve daha da ilginci duyguları da siyasi tercihlerine göre değişiyor. O nedenle beklentileri dikkate almadan korkulara ve duygulara yaslanan politikalar, eylemler, söylemler toplumun geniş kesimlerinde yeterince karşılık bulmuyor. Karşılık bulduğu sanılan bazı itirazların ise ne kadarının kutuplaşmaların ruhi ve zihni ambargosundan besleniyor olduğunu, ne kadarının da gerçekten sorunun kendisinden kaynaklanıyor olduğunu bazen kaçırıyoruz.
Türkiye’de, sosyal, politik ve ekonomik durum ve tercihlerden bağımsız bir şekilde her 10 kişiden en az altısının kaygılandığı bu küresel sorunun çözümü için hem hükümetlerin hem de hükümet dışı aktörlerin hızlıca, etkin çözümlerle harekete geçmesi, seragazı emisyonlarını azaltacak önlemleri alması ve hassas kesimlerin iklim etkileri ile baş edebilmesi için gerekli olan uyum adımlarını atması gerekiyor. Türkiye’de toplum, merkezi hükümet ve yerel yönetimler arasında ayrım gözetmeden, kamunun iklim krizi hakkında çaba harcamadığını düşünüyor.
Belki de dil değiştirmek gerek: “Yangın var” çığlığını dilimizi bilmeyen bir yerde daha yüksekten atarak anlaşılır olmasını bekleyemeyiz. Belki de makul bir ses tonuyla ama toplumun ihtiyaç ve taleplerini, duygularını da dikkate alan yeni bir söyleme geçmemizin zamanı gelmiştir.
Beni umutlandıran, farklı birçok araştırmanın da oraya çıkardığı önemli bir bulgumuz var. Bu coğrafyanın insanları her ne kadar şimdiye dek hak aramak konusunda tedirgin ve ikircikli oldukları için kamusal alanda garantici davranmış olsalar da üç konuda toplumda kayda değer bir enerji birikmesi var. Deprembilimcilerin diliyle enerji biriktiren üç toplumsal fay hattı, çevre, kadın ve tüketici hakları meseleleri. Bu üç konuda toplumun bizatihi yaşadıkları nedeniyle farkındalık yükseliyor.
Yaşanılan derin değişim sarsıntısının içinden dağılmadan geçiş, siyasi kutuplaşmanın ürettiği tıkanıklıktan kurtuluş, bu üç konu başta olmak üzere insan haklarından ya da daha kapsamlı biçimde söylersek “onurlu yaşam hakkından” beslenen yeni bir siyasi hareketle olacak.
Bu araştırma da dahil yürüttüğümüz tüm araştırmalarda gördüğümüz ortak bulgu, toplumun bu ihtiyacı derinden hissettiği ama bunun yolunu, yordamını da yetiştirdiği çocuklarından beklediği yönünde. Yeter ki başlangıç noktamız bu coğrafyanın geleceğine güvenmek, bu toplumun daha iyiyi yapabileceğine ve hak ettiğine inanmak olsun.
Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
İklim krizinin finansman meselesi değil, sosyal adalet meselesi olduğunu söyleyen CHP Milletvekili Salıcı, “Fonların üreten,…
Akbelen Ormanı’nı kömür madeni için yok eden YK Enerji, Türkiye Mükemmellik Ödülleri’nde “EFQM Üstün Performansta…
COP29 başmüzakerecisi Yalchin Rafiyev’in "üç yıllık teknik süreçte ilk kez tartışma için uygulanabilir bir temel"…
BM iklim müzakerelerine ilk defa heyet gönderen Taliban, Afganistan’ın iklim finansmanından yararlanmasını talep ediyor. Geçimi…
Climate Action Tracker tarafından yapılan analiz, mevcut politikaların devam etmesi durumunda ortalama sıcaklık artışının 2100…
Önde gelen bağımsız ekonomistlerden oluşan bir grubun yaptığı yeni bir çalışma, yoksul ülkelerin, 2030 yılına…