;
Ekonomi Politika

Termiksiz Bir Yaşamda Kömür İşçileri

“Termiksiz Bir Yaşamda Kömür İşçileri” çalışması merkezine termik santrallarda çalışan işçileri alarak adil dönüşüme odaklanıyor. İklim Haber’den Bulut Bagatır, bağımsız gazeteci Burak Yalçınyiğit ve tasarımcı-yönetmen Selçuk Demirci ile birlikte gerçekleştirilen çalışmada, işçilerin yaşamları, talepleri ve beklentilerine yer veriliyor.

YAZI: Burak YALÇINYİĞİT, Bulut BAGATIR

Dünya büyük bir buhran döneminde. COVID-19 pandemisi yaşantımızı alt üst etmişken hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bildiklerimizi sorgularken ve nerede yanlış yaptığımızı anlamaya gayret ederken “yeni normalimizi” yaratma telaşımız devam ediyor. Çözümü aşıda, eve kapanmakta ve sosyal hayatı olabildiğince kısıtlamakta arıyoruz. Tüm bu karmaşada aynı zamanda kuraklıkla boğuşuyor, aşırı sıcaklıklarla kavruluyoruz. Selleri, hortumları ve yangınları hiç beklenmedik bir zamanda hiç beklemedik yerlerde tecrübe ediyoruz. Bilinen bir gerçek var ki iklim değişikliği, krize dönüşürken, aşırı hava olaylarını şiddetlendiriyor. Maalesef iklim krizinin çözümü bir yıla yakın süredir COVID-19 krizine ürettiğimiz çözümlerle ortadan kaldırılabilecek bir problem değil. Eve kapanmak bir tercih olabilir ancak kuraklık daha da şiddetlendiğinde veya yangın yaşadığınız bölgeyi esir aldığında işlevsel bir çözüm olabileceği söylenemez. O halde çözümü başka yerlerde aramalıyız, hâlâ zamanımız varken.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 1.5 Derece Özel Raporu insanların, dünyanın, sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 1,0 derece ısınmasına sebep olduğunu ortaya koymuştu. Rapora göre seragazı emisyonları mevcut şekilde devam ederse, küresel ısınma 2030 ile 2052 yılları arasında sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu önleme için kritik öneme sahip 1,5 derece sınırını geçecek. Küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırmak, ekolojik sistemler ve yaşam alanları üzerindeki birçok kalıcı etkinin önlenmesi anlamına geliyor. Bu sınırı geçmemek için küresel emisyonları 2030 yılında 2010 yılına göre %45 azaltmak ve 2050 yılında net sıfır emisyona ulaşmak gerekiyor. Yapılması gerekenler az çok ortada. Bilimin söylediğine kulak vermenin zamanı çoktan geldi. Gençler sokaklara döküldü, geleceklerine sahip çıkıyorlar ve bilimi dinliyorlar. Büyüklerinin yapamadıklarını, fosil yakıtların yeraltında bırakılmasını ve enerji dönüşümünün gerçekleştirilmesini, dünyanın yaşam hakkı çerçevesinde güçlü bir şekilde talep ediyorlar.

Bildiğimiz gibi iklim krizinin arkasındaki en büyük nedenlerden biri kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılması. Isınmanın 1.5 derecede sınırlandırılması için ise fosil yakıtların ve en büyük kirleticilerden kömürün derhal terk edilmesi, kirleticiler yerine temiz enerji kaynaklarına dönüşümün gerçekleştirilmesi gerekiyor. Birçok ülke, özellikle Avrupa ülkeleri bu yola girdi. Örneği Portekiz’deki Sines kömür santralı 14 Ocak’ta devre dışı bırakıldı ve ülkede, Kasım ayında kapatılması planlanan, tek bir kömür santralı kaldı. Portekiz; Belçika, Avusturya ve İsveç’in ardından kömürden elektrik üretimini terk eden dördüncü Avrupa ülkesi olacak. Portekiz’e ek olarak 2025 yılına kadar Fransa (2022), Slovakya (2023), İngiltere (2024), İrlanda (2025) ve İtalya’nın (2025) da kömürden çıkışlarını tamamlaması bekleniyor.

Kömür santrallarının yerini güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynakları alırken, bu santrallarda çalışan işçilerin geleceği de haliyle tartışmaya açık. Fosil yakıtlardan kurtulmak, özellikle Türkiye gibi enerji ihtiyacının çoğunluğunu kömürden karşılayan bir ülkede, hayatını termik santrallar ve madenler ağında çalışarak kazanan binlerce işçinin işsiz kalması anlamına geliyor. Tartışmanın tam da bu noktasında adil dönüşüm kavramı o belirsiz sanılan geleceğe bir ışık tutuyor.

Avrupa Birliği finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülen “Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi Projesi” kapsamında hazırlanan “Termiksiz Bir Yaşamda Kömür İşçileri” çalışması, adil dönüşüm çerçevesinde Zonguldak, Kahramanmaraş- Afşin/Elbistan ve Çanakkale-Çan’da yer alan kömürlü termik santral işçileri ile görüşülerek hazırlandı. Haber başlarken amacımız halihazırda termik santrallarda görev alan işçilerle görüşmekti. Maalesef termik santral yönetimlerinin baskıları sonucunda çalışan işçilerle görüşmek, -her ne kadar konuşmak ve sorularımızı cevaplandırmak isteseler de- mümkün olmadı. Herkesin dilediğince, özgür bir şekilde konuşma hakkının olduğu günlerin umuduyla yaşamaya devam ediyoruz….

Karbondan Arındırılan Dünyada Kömüre Yer Yok, Türkiye’de Var

“Türkiye’de üç tabaka insan var. Biz üçüncü sınıfa giriyoruz. Ne devletin ne de o büyük şirketlerin ‘Bu insanlara nasıl faydalı olabiliriz, işsizliği nasıl bitirebiliriz’ diye düşündüklerini hiç zannetmiyorum. Devlet üretilene, özel şirketler cebine girene bakıyor. Olan bizim gibi üçüncü tabaka insana oluyor. Bize hiç değer verilmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nden bu yönde bir beklentim kalmadı. Biz kaybetmiş insanlarız.” Bu sözler, Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı Çoğulhan köyünden 29 yaşındaki Ahmet Tatar’a ait. Bu zamana kadar çoğunlukla enerji santrallarında iş bulan Ahmet, iki sene öncesine kadar bölgedeki termik santralda çalışıyordu. Santralda ağırlıklı olarak kendi köyünden insanların çalışması gerektiğini ısrarlı bir şekilde dile getirmesi nedeniyle işten çıkarıldı. Ahmet’e göre santralın etkisiyle bölgede ekonomi hızlanamıyor: “Sağlığımıza etki ediyor ama tarlalarımıza da zarar veriyor. Santraldan önce ekin cinsine göre dönüm başına yüzlerce kilo veriyorsa, şimdi 50-60 kiloya düşmüş durumda. Santral olmasa, ürününe göre bu miktar çok katlanır” diyen Ahmet, iki senedir yaşadığı sıkıntıyı daha önce hiç çekmediğini söylüyor.

Türkiye derin bir ekonomik krizin pençesinde. Enerji ithalatını sıfırlayarak, cari açık vermemeyi hedefleyen Türkiye’nin enerji politikasındaki birincil önceliği ise yerli ve milli enerji kaynağı olarak belirtilen milli kömür. 2019’da elektrik üretiminin %37’sini kömürden karşılayan Türkiye’nin halihazırda kömürden çıkış planı bulunmuyor. Tüm dünya kömürden çıkış politikalarını açıklarken, kömür o derece önceliklendiriliyor ki Enerji Bakanlığı’nın son stratejik planına ve 11. Kalkınma Planına göre yeni linyit rezervlerine yatırımın önünü açmak, yerli taşkömürü üretimini artırmak ve yeni taşkömürü ve linyit rezervleri bulmak gibi ana hedefler belirleniyor. Bunların yanı sıra, Türkiye 31,3 GW toplam kurulu gücü olan yeni kömürlü termik santral projelerini hayata geçirmeye çalışıyor, her ne kadar ekonomik olarak atıl varlıklar haline gelseler bile. Bunun en son örneği WWF-Türkiye ve SEFİA’nın birlikte hazırladığı “Yenilenebilir Enerji Çağında Kömürün Fizibilitesi: Hunutlu Termik Santralı Örneği” raporuna yansıdı. Rapora göre Hunutlu kömürlü termik santralının yatırım maliyeti 1,7 milyar dolar olarak baz alındığında, işletmeye girdikten ancak 26 yıl sonra proje kendini geri ödeyebiliyor. İnşaat süresiyle birlikte bu süre 30 yıla çıkıyor. Yatırım maliyeti 2,1 milyar dolar olarak kabul edildiğinde ise, santral 30 yıllık ekonomik ömrü boyunca yatırımı geri ödeyemiyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sevil Acar ve Altınbaş Üniversitesi’nden araştırma görevlisi Simay Kızılkaya, İklim Haber’e, Türkiye’de kömür ekonomisinin makroekonomik göstergelere kıyasla ne kadar yer tuttuğunu sayılarla gösteriyor. Acar ve Kızılkaya, TÜİK verilerine göre, kömür ve linyit madenciliğinin katma değerinin GSYH içindeki payının 2000’lerin başındaki %0,14 oranından 2018’de %0,08’e, toplam katma değer içindeki payının ise %0,2’ye kadar gerilediğini belirtiyor ve ekliyor: “Buna karşılık aynı dönemde kömür ithalatı oldukça arttı, 2019’da 3.725.284.393 ABD dolarına yükseldi. Kömür ihracatının ithalatı karşılama oranı ise %1 düzeyinde bile değil. 2008 yılında 2,38% düzeyinde olan ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2019’a gelindiğinde %0,15’e düştü (UN COMTRADE, 2020). 2019 yılında Türkiye’nin en çok kömür ithalatı yaptığı ülkeler Kolombiya, Rusya, Avustralya, ABD ve Kanada oldu. TÜİK istatistiklerine bakıldığında yıllar içerisinde hem kömür üretiminin, hem de satış miktarının azalmakta olduğu görülüyor. 2005-2019 yılları arasında kömür ve linyit çıkartılmasına ilişkin sanayi ürünleri girişim sayıları toplamı artış göstermeyerek neredeyse sabit kaldı. Bununla birlikte devletin kömür özelindeki AR-GE yatırımları (kömür üretimi, hazırlanması ve lojistiği, kömür yakma, kömür dönüşümü ve kömüre yönelik diğer yatırımlar) 2017 yılı itibariyle Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) verilerine göre 9,3 milyon dolara ulaştı.”

İthalata dair veriler, milli ve yerli enerji kaynağı olarak görülen kömüre yapılan yatırımın karşılığını vermediğini gösteriyor. Kömür ithalatının artması Zonguldak gibi ekonomisi kömüre dayanan bir bölgede işsizlik sorununa yol açarken, durumu, çevresinden tecrübe eden eski bir termik santral işçisi Arif Kerter şu sözlerle anlatıyor: “Daha önce burada 60 bine yakın kişi madenlerde çalışırdı. Devlet şu an bunu 6000’e kadar düşürdü. Zonguldak halkı ya gurbete gitti ya da işsiz kaldı. Santralların açılmasının gelir kapısı olacağını düşünüyorduk. Zannediyorduk ki santrallar Zonguldak’ın kömürüyle üretim yapar, altı bin değil de yine 60 bin kişi madende çalışır. Ama kömür yurtdışından geliyor.” Kömürden çıkış planı olmayan Türkiye’nin, gelişmiş ekonomilerin aksine kirletici bir enerji kaynağına yaptığı ve karşılığını alamadığı yatırımdaki bu artış hem bu coğrafya hem de dünya için endişe verici bir düzeyde.

Kömürden vazgeçmenin bir tercihten öte, zorunluluk olduğu bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Yavaş da olsa kömürün karşısında pozisyon alınıyor. En büyük sigorta şirketlerinden ve emeklilik planlarından oluşan gruplar yatırım yaptıkları şirketlere yeni termik kömür santrallarını finanse etmemeleri, sigortalamamaları, inşa etmemeleri, geliştirmemeleri veya planlamamaları uyarısında bulunuyor. Bunun arkasında 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması’nın bulunduğunu söyleyebiliriz. Paris Anlaşması’nın şartlarını karşılamak için, gelişmiş ekonomilerin 2030 itibarıyla kömürün çoğunu küresel ölçekte aşamalı olarak; 2040 itibarıyla ise tamamen kaldırması gerekiyor. 1.5 derece hedefi doğrultusunda ilerlemek için ekonomilerin hızlı bir şekilde karbonsuzlaşması gerekiyor. Ancak bunun tek nedeni tabii ki anlaşma değil. İşin ekonomik boyutu da bu noktada oldukça önemli. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), güneş enerjisinin en ucuz elektrik üretim kaynağı unvanını kömürden aldığını açıkladı. Bunun yanı sıra kömürün sağlık, iklim ve çevresel etkilerinin sayılmadığı durumda bile dünyanın her yerinde yeni yenilenebilir enerji santralları, yeni kömür santralı kurmaktan daha ucuz. Rekabetçi olmayan kömürün temiz enerjiyle değiştirilmesi, dünyanın dört bir yanındaki elektrik kullanıcısının 2022’de 86 milyar dolar ve 2025’te ise 141 milyar dolar tasarruf etmesini sağlayabilir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı da (IRENA), ekonominin karbondan arındırılmasının, istihdam açısından önemli fayda sağlayabileceğini belirtiyor. 2017’de enerji sektöründe istihdam edilen 58 milyon kişi, 2050 yılına kadar iki katına çıkarak 100 milyona ulaşabilir. Tüm bu ekonomik nedenler göz önüne alındığında kömürün neden artık birinci enerji kaynağı olmadığı daha rahat anlaşılabilir. Kömürün giderek masraflı bir hâl alırken, yenilenebilir kaynakların gün geçtikçe ucuzlaması kömür işçilerinin geleceklerine dair soruları gündeme getirdi. Haliyle adil dönüşüm de gündeme geldi.

2016 yılında imzaladığı Paris Anlaşması’nı meclisinde onaylamayan yedi ülkeden biri olan Türkiye’nin, kömürden çıkışını başlatmak için iklim krizini ve ekonomik gerekçeleri daha ne kadar görmezden geleceğini tahmin etmek zor. Sonuçta Kazdağları’na termik santral yapmak isteyen açgözlü ve doğayı katleden bir politikayla karşı karşıyayız. Çanakkale-Çan’daki bir termik santralda bir yıla yakın süre itfaiye şoförlüğü yapan 51 yaşındaki Mustafa Nail Öztürk’ün de ifade ettiği gibi, “Burası dünyada termik santral yapılacak en son yer. Kazdağları’nın içine termik santral kuruluyor. Bu çok yanlış bir devlet politikası.” Ancak yolun sonu kömürsüz ve hatta karbonsuz bir patikaya çıkıyor. Değişim başladı. O zaman şimdiden adil dönüşüm planlarının hazırlığına da başlanması gerekiyor. CAN Europe da adil dönüşüm ile ilgili yayımladığı bilgi notunda bu noktayı işaret ediyor: “İklim dostu bir toplumun önünü açabilmek için enerji sektörünü diğer sektörlerin izlemesi zorunlu. Bu ekonomi çapındaki geçişin adil ve makul olması, insanları ve doğayı göz ardı etmeden, değişime uyum gösterme şansını onlara tanıyan bir dönüşüm biçiminde olması gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi içinse hükümetlerin, yerel makamların, iş ve finans kurumlarının, sendikalar, yöre halkları ve çevre örgütleriyle birlikte, sıfır emisyon geçişini tamamlayacak kapsamlı bir adil dönüşüm çerçevesi ortaya koymaları şart. Bu tür önlemler ne kadar hızlı alınırsa, toplumun sırtına daha az yük binecek.”

Adil Dönüşüm Yolculuğu

Çanakkale’nin Çan ilçesinde yaşayan ve yaklaşık iki sene bölgedeki termik santralda çalışan eski bir işçi “Yeni istihdam alanları yaratılırken, termik santrallardan sonrası planlanırken bölge halkının da fikirlerinin alınması lazım. Yeni projelendirmelerin bilimsel yöntemlerle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Projelerin geliştirilmesi sürecinde toplum bu çalışmaların yönlendirilmesine katkı sağlayabilir. İnsanın ekonomik kazanç amacıyla yaşadığı yeri ve dolayısıyla kendini yok etmesi ne kadar mantıklı; bunun üstüne konuşulmalı” diyor.

Adil dönüşüm kavramının tarihi İkinci Dünya Savaşı’nın son bulduğu tarihlere dayandırılıyor. Savaş ekonomisinin son bulmasıyla beraber “Barışla İşler” (A Jobs with Peace) kampanyaları düzenlenerek ekolojik ve antimilitarist çalışma talepleri güçleniyor. CAN Europe Türkiye ekibi adil dönüşüm kavramının sonraki evrimini İklim Haber’e şu sözlerle anlatıyor: “1970’lerde ‘Bombayı yasaklayın (Ban the Bomb)’ nükleer silahsızlanma kampanyası savunucularından ve Petrol, Kimya ve Atom İşçileri Sendikası liderlerinden Tony Mazzochi, silahsızlanma talebinin istihdam üzerindeki etkili olabileceğini değerlendirerek barışçıl bir dünyada, temiz işler için işçilere eğitim ve destek verilmesini savundu. 1992’deki Rio İklim Zirvesi’nin ardından, fosil yakıtların iklim değişikliğine yol açtığının teyit edilmesiyle, Mazzocchi’nin mesleki eğitim fikri, enerji dönüşümünde işçileri destekleyecek ‘süperfon’ fikrine evrildi ve çevre hareketi, süperfon (superfund for workers) fikrini ‘adil dönüşüm’ (just transition) olarak güncelledi.” Bugün Paris Anlaşması’nda da kendisine yer bulan adil dönüşüm, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’na (ITUC) göre, “ Yeşil ve onurlu bir istihdamı içeren, emisyonların net sıfır olduğu, yoksulluğun kökünün kurutulduğu ve toplulukların sağlam ve dayanıklı halde olduğu bir geleceğin önünü açan planları, politikaları ve yatırımları üreten ekonomi çapındaki bir süreç.” Fosil yakıt sektöründe iş gücünün adil şekilde yaratılması ve dönüşümü, daha büyük ölçekte ve acilen gerçekleşmesi gereken bir tartışmanın önemli bir parçasını oluşturuyor. Adil dönüşümün amacı, Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation-ILO) tarafından müzakere edilen bir dizi uluslararası yönerge uyarınca, “herkes için çevresel açıdan sürdürülebilir olan bir ekonomiye ve topluma” ulaşmak olarak belirleniyor. Bu çerçevede, hem kamuda hem de özel sektörde ekonomilerin, iklim krizini çok yönlü ele almaları ve yeşil ekonomiye adil geçişleri için tüm dünyada politikaların geliştirilmesi gerekliliği aşikar.

İklim Haber’in sorularını yanıtlayan ILO Türkiye Ofisi Direktörü Numan Özcan, adil bir geçişin, sürdürülebilirliğin ekonomik, çevresel ve sosyal boyutlarıyla bağlantılı çok sayıda politika alanını birlikte değerlendirmeyi gerektirdiğini ifade ediyor. Özcan, ILO’nun dokuz politika alanına mutlaka inceleme ihtiyacını vurguladığını belirterek bunların; i) makro-ekonomik büyüme politikaları, ii) endüstriyel ve sektörel politikalar, iii) kurumsal politikalar, iv) beceri geliştirme ihtiyacı, v) iş güvenliği ve sağlığı, vi) sosyal koruma politikaları, vii) aktif işgücü piyasası politikaları, viii) haklar ve tabii yine en önemlisi, ix) sosyal diyalog olduğunu söylüyor. Burada bir ayrı bir parantez açmamız gerekiyor: İklim adaleti adil geçişin merkezinde bulunuyor. İklim değişikliğine yönelik alınan aksiyonların halihazırdaki adaletsizlikleri tekrarlamaması veya büyütmemesi büyük bir önem taşıyor. Bunu sağlamak adına dezavantajlı ve kırılgan grupların planlama ve politika oluşturma süreçlerine dahil edilmesi elzem. Temelde bireyler ve toplumlar kendi geleceklerine karar verilmeli, bu süreçte söz hakkına sahip olmalı.

Adil dönüşüm sürecinde, sosyal diyalog önemli bir yer tutuyor. Özcan’a göre adil geçiş yukarıdan aşağıya bir süreç olamaz: “Daha çok sosyal uzlaşmaya dayanmalı. İlgili paydaşlara anlamlı yollarla danışılmalı ve özellikle strateji ve politikaların oluşturulmasında, kararlaştırılmasında ve uygulanmasında her düzeyde sosyal diyalog sağlanmalı.” Dünyadaki örneklere bakmadan önce adil dönüşümün bir ütopya olmadığını belirtmekte fayda var. CAN Europe ve ILO ile yapılan röportajlardaki verilen örneklerde görülebileceği gibi doğru kurgulanan bir planlama doğru sonuçlar verebiliyor. CAN Europe’un derlediği bilgilere göre 2018’de İspanya, sendikalarla yapılan görüşmelerin sonucunda kömür madenlerinin büyük bir çoğunluğunun kapatılacağını açıkladı. 250 milyon euroluk bütçe beş yıl boyunca (2019-2023) madencilik bölgelerindeki iş girişimlerini ve temiz enerji inisiyatiflerini desteklemeyi öngörüyor. 48 yaş üstü madencilere erken emeklilik, yeşil istihdama yönelik mesleki eğitim ve çevresel restorasyon öneren plan, İspanyol maden sendikaları tarafından, madencilik bölgeleri için sürdürülebilir kalkınma planları eşliğinde adil dönüşümü sağlayacak, dönüm noktası bir anlaşma olarak kabul edildi. ITUC ve ortakları tarafından 2016’da kurulan Adil Dönüşüm Merkezi (Just Transition Center) direktörü Samantha Smith, İklim Haber’e, Danimarka’daki başarılı adil dönüşüm örneğini sendikalar üzerinden aktarıyor. Danimarka’daki sendikalaşma oranının %70 olduğunu belirten Smith, “Sendikalar bu nedenle işverenlere ve hükümete karşı güçlü bir pozisyona sahipler. Bu tabii ki adil geçişte önemli bir nokta çünkü ülke petrole ve kömüre olan bağımlılığını azaltıyor ve bu noktada hükümet, sendika ve işveren üçgeninde çok güçlü bir sosyal diyalog sürecine sahipler.”

İspanya ve Danimarka örneğinin tam zıt tarafında Ukrayna’yı görebiliyoruz. Ülkenin 2015 Enerji Stratejisi’nde kâr etmeyen devlet madenlerinin kapatılması sürecinin 2025’e kadar tamamlanacağı yer alırken, kapatılacak her maden bölgesinde ortaya çıkacak sosyal ve çevresel etkilerin azaltılmasına yönelik bir plan yer aldı. Bilgi notuna göre, “Ancak bu süreçte aynı enerji strateji belgesinin ‘(2020’ye kadarki) Enerji Sektörü Reformu Eylem Planı’ henüz tamamlanmadı. Aynı zamanda, onlarca kömür işletmesinin 2004 yılından beri kapanıyor olması, kömür üretimini 1990’daki 164 milyon tondan 2018’de 33 milyon tona düşürdü. Bu, 1991-2013 arasında kömür sanayinde istihdam edilen işçi sayısının %88 azalmasına yol açtı. STK’lara göre bu durum kömür madeni kapatmalarının ‘bölgeler açısından olumsuz sonuçlara yol açan biçimde, sosyal ve ekonomik destek bakımından yeterli planlar yapılmadan’ başladığını gösteriyor.” Günü kurtarmaya yönelik, plansız bir şekilde ilerlemenin sonuçları Ukrayna örneğinde olduğu gibi olumsuz sonuçlar doğuruyor. Kapsayıcı, planlı, iletişim kanallarını açık tutan, yurttaşlara eğitim desteği gibi destekler sunan ve temelde karbonsuzlaşma hedefine sahip, iklim adaletini gözeten adil dönüşüm stratejileri ise kırılgan toplulukların ve bölgelerin yararına hareket etmek anlamına geliyor.

Fotoğraf, Bağımsız Maden İşçileri Sendikasının sosyal medya hesabından alınmıştır.

Sendikalardan Neler Beklenmeli?

İspanya, Danimarka gibi pozitif örneklerde sendikaların, madenlerin kapatılması konusunda hükümetle anlaştığına ve bu süreçte etkin bir rol oynadığına dikkat çekmiştik. Diğer yandan nasıl ki kömür başta olmak üzere fosil yakıttan vazgeçmek bir tercihten öte mecburiyetse, işçi sorunları da bir insan hakları sorunu. Adil Dönüşüm Merkezi Direktörü Samantha Smith dönüşümün ilk şartını şöyle özetliyor: “Sendikaların işlevini yerine getirmesi için en temelde insan haklarına saygı gerek. Dünyanın farklı yerlerindeki tecrübelerimize göre, hükümet ve işverenlerde işçiye saygı yoksa adil dönüşüm tartışmaları için şartlar oluşmuyor. Merkezi hükümetin sendikal faaliyetin ve iklim eyleminin önüne engel koyduğu Brezilya, bunun kanıtı. Lakin bazı eyaletlerde güç İşçi Partisi’nde. Buralarda dönüşümün nasıl gerçekleşeceği, yeni işlerin nasıl yaratılacağı sendikalarla konuşuluyor. Bu durum da Smith’in ortaya koyduğu ikinci şartın önünü açıyor: “Sosyal diyalog”.

Sosyal diyalog, işçilerin ve dahası tüm bölge yerlilerinin yeni iş olanakları konusunda yönlendirici olabileceği bir ortam yaratıyor. Smith, yüksek sendikalaşma oranı ile sağlık sigortasını, emeklilik hakları ve eğitim fırsatını kapsayan bir sosyal koruma sisteminin olduğu bir bölgede işçilerin de emisyon azaltım programlarını desteklediğini hatırlatıyor: “Adil dönüşüm projesiyle gözetileceklerini ve yeni bir iş bulacaklarını biliyorlar.”

Sosyal koruma sisteminin zayıflığına bağlı olarak sendikaların yetersiz kaldığı ülkelerden Türkiye’de ise sendika temsilcileri adil dönüşümün işçi ailelerince pek bilinen bir kavram olmadığını söylüyor. Görüştüğümüz temsilciler sendikaların büyük ölçekli dönüşüm projesi oluşturmakta kadro ve kaynak sıkıntısı yaşadığını, üye işçilerin günlük, daha doğrusu yaşamsal sorunlarına ilişkin taleplerinden adil dönüşüme sıra gelemediğini belirtiyor. İşveren çıkarları doğrultusunda kurgulanan sarı sendikacılık ile taşeronlaşma da büyük birer engel. Dev Maden-Sen Genel Başkanı Tayfun Görgün’ün özeti: “Enerji ve maden çok çok kârlı alanlar. O nedenle bürokrasi, siyaset, sermaye ve sendikalar arasında kirli ilişkiler olabiliyor. Enerji sektörü kamudan özel sektöre geçtiğinden beri patronlar, iktidarlar ve çıkar çevrelerikontrol edemeyecekleri bir demokratik sendikalaşmanın önüne geçmek için güç birliği içinde.”

Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Eğitim ve Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu ise emekçilerin nasıl susturulduğunu şu şekilde özetliyor: “Bu sarı sendikalar işçiyi demokratik hakları doğrultusunda harekete geçirmez, eğitmez. İşçinin bu tip sendikaların bünyesinde yeri yoktur; sendika temsilcisi ile iyi geçinmezse işsiz kalma korkusu yaşar. Bu temsilcilerin patronlarla, yöneticilerle diyalogları iyidir çünkü onlar tarafından seçilirler. Termiklerde taşeron çalışma genişletiliyor. Rutin olan temizlik, güvenlik ve yemek gibi kollara ek olarak üretim bölümlerinde de taşeronlara iş yaptırılıyor. İş güvenliğinin kritik olduğu böyle bir iş kolunda taşeron çalışmanın yaygınlaşması iş kazalarına davetiye çıkarırken verimliliği de düşürüyor.”

Çevre ve halk sağlığı açısından sakıncalı ve bilime aykırı termik santral, maden, vb. yatırımlara karşı mücadeleyi sendikal faaliyetten ayırmadıklarını özellikle vurgulayan sendika temsilcilerine göre, işçi dostu ya da çevreci olarak lanse edilen hamleler de göstermelik. Enerji-Sen Genel Başkanı Süleyman Keskin, “Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler var” diyor. “Ama tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlara pratik hayatta bir faydasının olmaması gibi, bu anlaşmaların da karşılığı yok. Bu imzaların amacı, gelecek fonlarla maddi çıkar elde etmek. Kanal İstanbul Projesi bile ekolojiye bakışlarını çok açık gösteriyor. 1 Ocak 2020’deki termik santrallara filtre takılması kararı da göstermelik. O dönemde kent /doğa mücadeleleri yükselmişti. Köylüler termik santrallara, HES’lere karşı çıkıyordu. Halkı düşünüyorlarmış gibi, şov amaçlı bir yasa çıkardılar. Hangi filtreler takıldı, nasıl denetleniyor, işçilerin çalışma ve hayat koşulları nedir? Bu konuların başı boş. Hal böyleyken adil dönüşüme ilişkin bir adım atılsa bile gerçekleşmesi konusunda sorunlar çıkacak.”

Her ne kadar bir açmazdayız gibi dursa da bu sorunların sebepleri çözümü de işaret ediyor. Halk sağlığı ve refahı üstüne çalışan sivil toplum örgütleri, bağımsız bilim çevreleri ve işçi sendikaları baş başa verdiğinde, ilkeli medya organlarının da oynayacağı rolle birlikte nasıl daha iyiye gideceğimiz konusunda toplumun fikir sahibi olacağı muhakkak. Samantha Smith’in sözleriyle, “Sendikalar cinsiyet eşitliği, iklim eylemi, tarım gibi başka alanlarda çalışan gruplarla bir araya gelerek daha güçlü taleplerde bulunabilir.” Bunları görmezden gelip baskıya başvuracak siyasi iktidarların ise insanlıktan önce kendi sonlarını getirme ihtimali de yüksek. Smith’e göre başta enerji olmak üzere tüm sektörler büyük bir değişimin geldiğini biliyor: “ABD’de iklim sorunu ile hiç ilgilenmeyen, sendikalarla arası bozuk bir hükümet döneminde federasyon ve sendikalarla, değişime hazır olmaları için çalıştık. Çünkü hükümet değişebilir, iklim sorunu ve enerji dönüşümü gündeme alınabilir. Üye işçilerin eğitimi, değişimin tüm detaylarına hakim olunması, dönüşüm örneklerinin iyi bilinmesi gerekiyor. Tabii işçilerden öğrenmek ve fikirlerine kulak vermek de oldukça önemli.”

Türkiyeli İşçiler Ne İstiyor, Beklentileri Neler?

Tekrar hatırlatmakta fayda var: Türkiye halen daha Paris Anlaşması’nı onaylamadı. Ayrıca kömürden çıkış politikası da yok. Ancak, iklim krizi şiddetlendikçe ve kömürün maliyeti artmaya devam ettikçe, kömürde ısrar etmenin bir gerçekliği de yok. Yakın zamanda gerçekleşen bir örnekle devam edelim. 1 Ocak 2020’de filtresiz çalışan santrallar devre dışı kalınca, santrallarda çalışan işçilerin geleceğine dair soru işaretleri gündeme gelmiş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, işçilerin haklarını koruyacaklarına dair bir açıklamada bulunmuştu. Devre dışı bırakılan santrallar da bir süre sonra, filtre taktıklarını iddia ederek, çalışmaya kaldıkları yerden devam ettiler. Gelecek, bunun gibi örneklere gebe. Ancak bu sefer belli bir süre için değil, tamamen kapatılacaklar. O nedenle şimdi sırada o çalışma ortamındaki işçilere kulak vermek var.

“Zonguldak’tan Taşınmayı Düşünüyorum”

Yaklaşık 15 sene madencilik yapan, şu an ise termik santrala kömür taşıyan ulaşım işçisi Ali Kemal Koç, Zonguldak’ta sadece madencilik veya kamyonculuk yapılabileceğini söylüyor: “Zonguldak termik santrala, ondan da çok madenciliğe bağımlı bir şehir. Santralın filtresiz olduğu için kapalı kaldığı dönemde Zonguldak’ta durum fenalaştı. İşçilerin maaşı ödenmez hale geldi. Bunların kapatılması sadece oralardan geçinen aileleri değil, tüm Zonguldak’ı etkiler. Gece gündüz yollardayım. ÇATES kömür alsın da nakliyesini yapıp eve para götüreyim diye bekliyorum. Bir sefer fazla yapayım ki, daha rahat geçinelim diye umuyoruz. Çevremizde çok okuyan var ama atanamayan, mesleğini yapamayan da çok.” Bölgenin sadece madene ve termik santrala bağımlı olmasının rahatsız edici olduğunu belirtiyor. Başka alanlarda yatırım yapılmasını, iş imkanının çoğalmasını umuyor. Bu fikrini “Öyle projeler olmalı ki Zonguldak’ın geneline iş imkanları sunulmalı” diyerek açıyor. Başka bir alanda mesleki eğitim alma fikrine sıcak baktığını söylüyor ancak bir şartı var: Yaş sınırı olmaması. 8 ve 14 yaşında iki çocuğu olan Ali Kemal, emekli olduktan sonra, çocuklarının sağlığı için Zonguldak’tan taşınmayı düşünüyor.

“Kimyasal Maddelerle Çalışıyordum, İşimi İzleyerek Öğrendim”

Şu an 62 yaşında olan Yaşar Piyan, 24 yaşında tesis yapım aşamasındayken işe başlayıp, 2009’a kadar termik santralda çalışmış. Yaptığı işi, “Orada bir kumanda odası var. Suyun en uygun kimyasal değerlere sahip olması ve en verimli şekilde üretim yapılması için çalışıyordum” şeklinde özetliyor. Mesleki bir eğitim almadığını, izleyerek öğrendiğini anlatıyor. Sülfürik asit, kostik gibi delici, yanıcı ve parlayıcı özellikleri olabilen bazı maddelerden çekindiğini ama severek çalıştığını belirtiyor. Çalıştığı zaman zarfı boyunca iş değiştirmek isteyen kişileri pek görmediğini anlatıyor: “Herkes daha fazla mesai peşindeydi. Sekiz saatlik normal mesainin sonunda bir sekiz saat daha çalışmak istenirdi. O sekiz saat iki buçuk yevmiyeye tekabül ediyordu. Ayda iki kez bunu yapsan eve, çocuklara daha fazla para getirirdin. Ben 24 saat çalıştığımı hatırlarım. Mesaiyi devredeceğim kişi sendikalıysa geçerli bir mazeretle işe gelemeyebilirdi. O zaman işte kalırdım. Gece vardiyasındaki de gelmezse, sabaha kadar devam…”

İşini severek yapmış olsa da termik santrallardan elektrik üretimine son verilmesi gerektiğini düşünüyor. STK’ların, çevrecilerin ve bilim insanlarının bunları konuşması gerektiğini vurguluyor ve ekliyor: “Çok geç bile kalındı. Bu zamanda kömürle, elektrik enerjisi üretmek sıkıntılı bir durum. Bu mutlaka çözülmeli. Giderek daha fazla termik santral yapılıyor. Köylere doğru genişliyorlar.” Ancak şu an aktif olarak çalışan bir işçi olsaydı bu konuda tarafsız kalacağını da sözlerine ekliyor. Öne çıkıp, kendini feda etmek istemediğini, emekçilerin bu işten kolay sıyrılamayacağını düşünüyor. Zonguldak’taki çevre ve hava kirliliğinin nedenlerini ise şu şekilde açıklıyor: “Bir tarafta birilerinin elde ettiği bol kazanç var, diğer tarafta ise başkalarının içinde olduğu sağlıksız koşullar… Çevre krizi ile ekonomik kriz bence birbirinden ayrı sorunlar değil. Belli bir kesimin kazancı uğruna kolaya kaçıldığı için çevre kirliliği yaşanıyor.”

“İnsanlar Zorunluluktan Kaçak Madenlerde Çalışıyorlar”

“Zonguldak’ta pek tarım yok, hayvancılık çok az. İnsanların yapabileceği bir şey yok. Devlet Demiryolları, santral ve maden ocakları var… Son çare olarak gidebilecekleri kaçak ocaklar var. Başka da bir imkan yok Zonguldak’ta. Hiçbir şey yoksa kaçak ocaklarda çalışıyor insanlar.” Böyle anlatıyor Arif Kerter Zonguldak’taki bölgesel ekonomiyi. Yaklaşık yedi yıl termik santralda bakım ve baca gazı arıtma ustası olarak çalışmış. Zonguldaklıların iş talebinin olduğunu söylüyor. İnsanların “Buranın zehrini, kahrını ben çekiyorum madem, o zaman bana iş versin” diye düşündüklerini, bahçecilik yapanların artık meyve üretemediğini, hayvancılık yapanların sorunlarla boğuştuklarını dile getiriyor. Arif, santrallarda çalışan işçilerin dönem dönem başka işlerde çalışma hayali kurduğunu anlatıyor: “Daha önce insanlar maden ocaklarına adapte olmuştu. Şimdiyse santral düzeni var, buralarda çalışıyorlar. Başka bir fabrika ya da iş alanı olsa orada çalışırlardı. Santralda revizyon dönemi aşırı hızlı ve sağlıksız geçer. ‘Keşke başka bir iş olsa da, orada çalışsak’ diyen oluyordu.”

İşçilerin üzerinde, sağlıksız çalışma koşullarının yanı sıra bir de yönetimin baskısı var. İşsizliğin ve termik santrallarda çalışma talebinin yüksek olduğu kentte iş sahipleri bu durumu haksız bir şekilde kendi lehlerinde kullanıyorlar: “1500 lira vereceğime 500-1000 lira veririm, şu şartlarda çalıştırırım, istediğim zaman kapının önüne koyarım’ diye düşünüyorlar. Şu anda santralda sendika yok. İstediği zaman herhangi bir bahaneyle çok rahat seni işten çıkarabiliyorlar. Bu da yoğun işsizlikten ve santralda çalışmaya çok talep olmasından kaynaklanıyor.”

Pandemi döneminde, 30 büyükşehir ve “Akciğer hastalığının yüksek olduğu Zonguldak”a giriş ve çıkışların kapatıldığı duyuruldu. Hava kirliliği Zonguldak’ın en büyük sorunlarından. Arif de kentin yarısının kanserden öldüğünü söylüyor: “Çatalağzı basık bir yer. Çıkan duman, kül dağılmıyor, burada toplanıyor. O da insanları kanser ediyor.” Arif, alternatif bulunursa, santrallarda çalışan 1150 kişiye iş imkanı sağlanırsa santralların kapanmasını isteyeceğini söylüyor. Ancak bir çekincesi var: “Şu anda yedi tane santral var burada. Hangi birini kapatacaksın, hangi birine iş vereceksin? Devletin el atması gerekiyor. Santral değil başka bir fabrika kursun. İnsanlar neden çalışmasın? Devlet lütfen Zonguldak’a yardım etsin, sahip çıksın. Biz Zonguldak olarak maden ocaklarıyla tüm illere bakmışız. Burada her şehirden insan çalıştı. Şimdiyse Türkiye bir Zonguldak’a bakamıyor. Devlet burayı gözden çıkarmış; çıkarmasın.”

“Ciğerimiz Bile Markalaşmış”

Kahramanmaraş’a bağlı Afşin/Elbistan yeni termik santrallar kurulmasına karşın mücadele ediyor. Halihazırda çalışan santrallar bölgenin sağlığını ve ekonomisini mahvetmiş durumda. Çoğulhan köyünden Ahmet, “Bu bölgede sürekli kanserden, astımdan ölüm oluyor. Bir şikayetle hastaneye gidip akciğer filmi çektirdiğimizde, Kayseri’de de olsanız, Malatya’da da olsanız ‘Elbistan’dan mı geliyorsunuz? Çoğulhan’ın ciğeri mi bu? O bölgede mi oturuyorsunuz’ diye soruyorlar. Ciğerimiz bile markalaşmış” diyor. Bir yıl boyunca santralın kazan bölümünde mesleki yeterlilik belgesini alarak çalışan Ahmet Tatar, 18 yaşını doldurmadan önce dahi termik santrallarda ve benzeri başka tesislerde çalışmış.

Türkiye’deki termik santralların bir bölümü, ekonomik ömrünü doldurmak üzere veya doldurmuş santrallardan oluşuyor. Kahramanmaraş’taki de buna bir örnek. Bölgedeki santralın yaklaşık 40 yıllık olduğunu belirten santralın eski çalışanı: “Şu anda filtresi var ama kül vermese bile etrafa saçılan çürük gazın etkisini nasıl giderecek. Ben oranın içini biliyorum. Bütün sistemler çok eskimiş durumda. Yapı olarak da çok yıprandı. Türbin sistemi en ufak arızada büyük risk yaratabilir. Kimyasal bomba gibi etkisi olur. Tesisin ömrü dolmuş olsa da şirketler kârını düşünüyor. Çevreye, insana verdiği zarar umurlarında değil. Kulaktan dolma konuşmuyorum, gördüğüm şeyi anlatıyorum” diyor.

Bir bölgeye termik santral kurulacağı zaman, genelde şirket santralın bölgeye istihdam sağlayacağını söyler. Elbistan’da bunun tam tersi yaşanmış. Ahmet kendi tecrübelerini şu sözlerle açıklıyor: “Buradaki santrallarda çalışanların sadece %5-6’sı bu köyden. Geri kalan çalışanlar dışarıdan getiriliyor. Bölgemize iş imkanı sunmuyorlar. Külünü, pisliğini, hastalığını çeken, zehirlenen, ölen biziz ama çalışan başka bölgenin insanı. Türkiye hepimizin ama faydalanamayan da biziz.”

Ahmet, Kahramanmaraş ekonomisinin termik santrallara dayandırılması yerine, bölgede çeşitli yatırımların olmasını, enerji özelinde temiz bir enerji tesisi olmasını talep ediyor ve orada çalışabileceğini belirtiyor: “Ama başka bir yere gitmem istenseydi öncelik çocuklarımın geleceği olurdu. Mesela Elbistan’dan Maraş’a gitmemi istediler. Düzgün yaşam ve barınma koşullarının olduğu bir evimin olması lazım. Çocuklarımın okul sıkıntısı yaşamamasını, eğitimlerinin aksamamasını isterim. Bir de iş garantisi olması gerek. İki üç ay sonra işten çıkarılmayacağımı bilmek isterim. Ailem yanımdayken, tanımadığım bir bölgede işsiz kalamam. Buradaki rezilliğim iki katına çıkar.”

“Santralların Etkilerini Yaşayarak Öğrendim”

Termik santralların istihdama yapacağı katkıdan bahsedenler sadece kömür yatırımcıları olmuyor. Projenin onaylanmasından önce bölge halkının rızasını almaya gelen bakanlık yetkilileri de aynı savı öne sürüyorlar. Kahramanmaraş’ta yaşanan Çanakkale-Çan’da yaşanmış: “Pek çok devlet yetkilisi geldi. Hepsi de santralın Çan’a ne kadar katkı yapacağından bahsetti. Bence bu gerçekleşmedi. Santrallarda çalışanların büyük çoğunluğu Çanlı veya Çanakkaleli değil. Burada zaten termik santral kültürü yok. Dolayısıyla dışarıdan, yetişmiş insanları getirdiler. Çanlı birilerini alıp yetiştirmek gibi bir dertleri yok. Santralda çalışanlar, özellikle de yöneticilerin çoğu Çan’da oturmuyor. Havanın pis olduğu gerekçesiyle aileleriyle birlikte Çanakkale’nin merkezinde ya da Biga’da yaşamayı tercih ediyor. Çanlılar, dışarıdan gelen santral çalışanlarının neden bu bölgede yaşamadığını ciddi ciddi sorguluyor. ‘Bunların bildiği bir şey var ki Çanakkale’yi ya da Biga’yı tercih ediyorlar’ diye düşünülüyor; tedirginler.” Bu sözler geçtiğimiz yıla kadar santralda itfaiye şoförlüğü yapan Mustafa Nail Öztürk’e ait.

Mustafa Nail, santralların çevreyi nasıl kirlettiğine bire bir şahit olmuş bir isim: “Yaşayarak öğrendik ki, bu santrallar çevreye öyle ya da böyle çok ciddi zararlar veriyor. Aşırı bir su tüketimi var. Santral atıklarından etkilenmemek de mümkün değil. Mesela bir defasında 300-400 litre asit kanalizasyondan santralın aşağısındaki Yayaköy Deresi’ne bırakıldı! Ben itfaiye görevlisi olarak orayı yıkadım. Zaten yıkarken bile genzin yanıyor, istifra ediyorsun. Bunları dillendirdiğim zaman yöneticilerden sert tepki aldım. Asıl kalbimi kıran, o asidin dikkatsizlikten, tedbirsizlikten daha doğrusu ciddiyetsizlikten o dereye akması. Ama bir tane bile sorumlu yok, hiç kimseden bir tepki yok.”

Eski termik işçisi, bölge halkının kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesini istiyor. “Santralların doğaya verdiği zararı ve yüksek gerilime basınca maruz kalan, sürekli kömür tozunun içinde bulunan çalışanları düşünürsek tabii ki bölge insanına söz düşmeli. Ben çok seslilikten yanayım. Şu anda santralda çalışıp aslında hayvancılık yapmak isteyen tanıdıklarım var. Ben temiz enerjiden yanayım” diyen Mustafa Nail bölgenin geleceğinin tarım ve hayvancılıkta olduğunu düşünüyor. Şu an bir işe sahip olsa göç etmeyi tercih etmeyeceğini de sözlerine eklerken “Burayı terk etmeyi düşünmem. Hiç kimsenin mecburiyetten yaşadığı yeri değiştirmesini de istemem” diyor.

“Cefasını Çekerken Sefasını Süremeyen Bir Toplumuz”

“Çan’ın coğrafi konumuna bakarsak, üç büyük şehir etrafımızda ve buraya ulaşım çok kolay. Biga Yarımadası’ndayız. Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi’ne çok yakınız. Kazdağlarına sahibiz. Bunlar düşünülerek hareket edilebilir.” Üniversite mezunu 38 yaşındaki Çanlı bir eski termik santral işçisi bulunduğu bölgeyi bu sözlerle tanımlarken, önceliklerini de belirtiyor. Termik santralların tarım alanı kaybına neden olduğunu belirtirken, termik ve tarım arasında bir tercih yapması gerektiğinde tarımı tercih edeceğini üstüne basa basa söylüyor. “Bu bölgede dinlenmek çok zordur. Normalde bir insan altı saatlik uykuyla dinlenebilir ama burada çok daha fazla zamana ihtiyacınız var. Çünkü oksijen alamıyoruz.”

Bölgede kömürün hakimiyeti gözle görülür bir şekilde mevcut. Yeni termik projeleri ise daha karanlık bir tablo çizilmesine neden oluyor. Eski termik santral işçisi ise bu santralların çalıştırılmaması taraftarı olduğunu söylüyor ve önemli bir soru yönlendiriyor: “Kapanırsa ne olur? Açıkçası ‘Bunlar yokken ne yapıyorduk?’ diye düşünmek daha mantıklı. Biz geçmişte de buradaydık; iki tane santralı olan Çan’ın nüfusu da değişmedi. Bunlar yokken kimse de açlıktan ölmüyordu. O zaman ne yaptıysak aynısını yaparız.” Ancak karar aşamasında bölge insanlarının fikirlerinin alınması gerektiğini, bunun ötesinde yeni projelendirmelerin bilime kulak vermesi gerektiğini de sözlerine ekliyor.

Peki termik santral kapanırsa ne olur veya insanların başka yerlerde çalışma hayali var mı? 38 yaşındaki eski çalışan bu soruyu şu şekilde cevaplıyor: “Böyle küçük yerlerde hakim olan zihniyete göre iş değiştirme kararında işin zararlarından ziyade kazanç miktarı etkili olur. Bu toplum kendi sağlığından çok ailesi için ne yapabileceğini önemser. Ucunda ölüm de olsa herkes arkadan gelenleri düşünür. Bana göre doğru olan kalmak. Ama ailem için ne gerekiyorsa yaparım. Geçmişte yer değiştirdiğim oldu. Hazırda bir işim olacaksa belki göçebilirim. Mevcut yaşamını terk etmek çok ağır bir durum. Tüm geçmişinizi silmek gibi… Ayrıca ‘Termik santral kapanırsa ne olacak?’ diye Çan halkı arasında konuşulduğunu da pek görmedim. Kaldı ki buradaki santrallarda işçilerin çoğunluğu buralı değil. Acı bir durum; biz cefasını çekerken sefasını süremeyen bir toplumuz.”

Eyleme Geçmenin Zamanı…

Dünyanın ideal geleceği, net sıfır karbon bir yaşam üzerine kuruluyor. Avrupa Birliği, Avrupa Yeşil Mutabakatı (Green Deal) ile 2050’ye kadar karbon nötr olma hedefini duyururken, bu açıklamayı Çin’in, Japonya’nın ve Güney Kore’nin karbon nötr olma hedefleri takip etti. ABD, Joe Biden’ın başkan seçilmesiyle birlikte yeniden Paris Anlaşması’na katılıyor. İklim eyleminin, COVID-19 pandemisine rağmen, bu yıl tekrar hız kazanacağı düşünülüyor. Dünya, varoluşsal ve ekonomik nedenlerden ötürü, kömürün olmadığı bir geleceğe doğru yol alırken Türkiye’nin kömür yanlısı tutumunu ve iklim krizinde tarihsel sorumluluğu olmadığı savını daha ne kadar devam ettireceği bilinmiyor. Ancak toplumun varoluşsal kaygılarını görmezden gelip, Paris Anlaşması’nda olduğu gibi, “değerli” bir yalnızlık politikası izlemek kimsenin yararına olmaz.

Ancak plansız bir şekilde ilerlemek de fayda sağlamaz. Dünyadaki olumlu ve olumsuz örnekler incelenerek aynı hatalara düşülmemeli, ülkenin kendi koşullarını gözeten ve merkezinde iklim adaletinin bulunduğu adil bir dönüşüm planı yapılmalı. Ekonomik çerçevede adil geçiş planına sahip olmanın veya olmamanın maliyetleri hesaplanmalı, kimsenin geride bırakılmaması adına kapsamlı bir bütçe hazırlanmalı ve Zonguldak gibi tüm ekonomisinin neredeyse madenlere ve kömüre bağlı olduğu bölgelerin ekonomilerini yeniden şekillendirmede toplumun ve yurttaşların görüşleri alınmalı. Tabii tüm bunlardan önce derhal kömürden çıkış planı hazırlanmalı. İnsana yakışır işlerin olduğu, kapsayıcı ve adil bir dünyada yaşamak adına eyleme geçmenin tam sırası…

İşçilerle yapılan röportajlara buradan ulaşabilirsiniz.