;
Diğer

Susuz Çan’ın Can Suyu Kadın Çiftçi Direnişi mi?-2

Madencilik ve termik santral işletmeciliğinin sosyal şartları büyük ölçüde belirlediği Çanakkale’nin ilçesi Çan’da, altın madencilerine izin vermeyen kadın çiftçiler “Su gelene kadar gevşemek yok!” derken, erkeklere de bıyık altından gülüyor.

YAZI: İ. Burak YALÇINYİĞİT

“Başlarına ne geleceği” konusunda bilgilendirilmemek, toprakları santral işletmesince alınan veya santrallara yakın köylerde yaşayan aileler açısından çok kritik sonuçlar doğurabiliyor. Hem nefes alınmaz bir çevrede yaşamak zorunda kalmak, hem de tarım/hayvancılıktan eskisi gibi kazanamıyor olmak santralla komşu olan Çanlılar’a yaşamlarında istemedikleri büyük değişimler yaşatabiliyor. Kimi aileler evlerini ve asıl işleri olan çiftçiliği bırakıp göç ederek bambaşka belirsizliklerle dolu yeni bir ekonomik düzen kurma savaşına giriyor. İster göç etsin ister memleketinde kalsın, termik santralla karşılaşmak bir Çanlı için gelirinde düşüş ya da sağlıksız şartlarda çalışıp yaşamak demek:

Fatma Yaman: “Bu madenlerin, termik santralların bu kadar zarar vereceği bilinmiş olsa hiç kimse toprağını vermezdi. Yerini satıp Çanakkale’nin merkezine yerleşmeye gidenler oldu. Köylerini terk edip başka yerlere göç edenler hayatlarından memnun mu, şüpheliyim. Geri dönmek isteseler, artık arazileri yok. Torunlarının düşeceği durumu bilseler kimse arazisini satmazdı. Santrala ve santralın kül barajına yakın yerlerde yaşayan aileler şimdi oralardan uzaklaşmaya çabalıyor, daha uzak köylere taşınmaya çalışıyor. Bulundukları çevre büyük etki altında.”

Konuyla ilgili bir diğer ekonomik içerikli tespit de Naide Tokgöz’den geliyor. Dediğine göre toprağında kendi inisiyatifiyle çiftçilik yapan birey, kömürlü santralda kanser tehdidi yaşayan maaşlı çalışan haline geliyor; dün ürettiği ürün için bugün para harcıyor:

Termik santralın kurulu olduğu yerlerdeki arazi sahipleri, başta tarlaları para ediyor diye topraklarını sattılar. Ardından santralın sağladığı istihdam sayesinde işe girdiler diye sevindiler. Şimdi ise zararlarını görmeye başladıkça pişmanlıklar yaşıyorlar. Ama artık eskiyi geri getirme şansları yok.”

Duman Köyü’nden Reyhan Sevinç’in aktarımı ise termik santralların Çan’daki su kaynakları üstünde kurduğu hakimiyetin tarım ekonomisini ve buna bağlı olarak sosyo-ekonomik yapıyı nasıl da olumsuz yönde dönüştürdüğünü ortaya koyuyor. Halk topraktan uzaklaşmaya ve başka geçim kaynakları bulmaya zorlanıyor:

“Eskiden bu çevredeki tüm köylerde yoğun sulama yapılırdı. Artık sulama olmadığı için mesela domates yetişmiyor; yerine mısır dikiliyor. Yani eskisi kadar yoğun şekilde yevmiyeli tarım işçiliği yapılamıyor. Emeğin fiyatı da düştü. Ayrıca tarım işçiliğinde sigortalı çalışmak her zaman mümkün olmadığı için insanlar bu güvenceyi veren yerlerde çalışmayı umuyor. Bu sebeple fabrika gibi yerlerde çalışmak isteniyor.”

“Kadın Hem Tarlada Hem Evde Çalışıyor, Ama Kasanın Anahtarı Erkekte”

Geleneksel olarak ailece yapılan çiftçilik faaliyetlerinin azalmaya başlaması veya yok olmaya yüz tutmasıyla erkekler, -kadınlardan farklı olarak- başka işlerde kendini var etme imkanı bulmaya devam ediyor. Ancak ailelerin geliri düşerken kadınların günlük yaşamda harcadıkları mesaide bir azalma olmuyor:

Fatma Yaman: “Kadınlar evvelden bahçelerinde her şeyi üretirken artık bunu yapamaz hale geldi. Herkes ‘Ekiyoruz ama olmuyor’ diyor. Bu sebeple ailelerde maddi yük artıyor, çalışan taraf sadece erkek oluyor, geçimsizlikler başlıyor. Bir zamanlar bahçede yetiştirdikleri her şeyi satın almak zorunda kalıyorlar. Erkeğin aldığı asgari ücret yetmiyor.”

Çanlı çiftçi kadınlar, emeklerinin ekonomik bir değeri olmadığı yönündeki düşüncenin içkinleştirilmesinden çok şikayetçi. Bu anlayışın maddi konularda erkekleri öncelikli söz sahibi yapmasının kadınları mutsuz bireyler haline getirdiğini düşünüyorlar. “Kadınlar benim gözümde daha çalışkan ve tarımda daha yetkin” diyen Fatma Ünal’ın yorumu:

“Çiftçilik kadın-erkek birlikte yapılsa bile genelde para işlerine erkekler bakıyor. Üstelik kadınlar hem tarlada çalışıyor, hem de işten sonra gelip evde çalışıyor. Ama kişisel bir maddi güvencesi yok. Kadın ihtiyaç duyduğu parayı erkekten alıyor, çünkü kasa erkekte duruyor.”

Semahat Sevinç de erkeklerin kadınlar kadar çok emek vermedikleri görüşünde:

“Erkeklerin bazısı kadınla birlikte çalışırken nedense bazısı gevşek oluyor, yan çiziyor. Çalışmıyor diye adam boşamıyoruz (gülüyor) ama kasanın anahtarı da erkekte… Paranın nasıl harcanacağını erkek belirliyor.”

Çan’da görüştüğümüz kadın çiftçilerin ortak kanısı tarım ve hayvancılıkta üretim aşamasında asıl yükü kadınların sırtlamasının, kadının kendini yerel üretici gibi hissetmesine yetmediği yönünde. Çünkü erkekler başka yerde elde ettikleri gelirin yanı sıra, tarım ürünlerinin satışı ve pazarlamasında da söz sahibi olarak öne çıkıyor. Bu durum da aile içindeki tarım/hayvancılık faaliyetlerinin örgütlenmesinde erkeğe genellikle “patron” konumuna getiriyor:

Semahat Sevinç: “Bu işlerin yöneteni, belirleyeni genelde erkekler oluyor. Ne yapılacağını onlar söylüyor. Ürünün satışında da erkeğin önüne pek geçemiyorsun, orada da erkek söz sahibi oluyor. Mesela bizde peyniri kendim yapar, kendim satarım; eşim karışmaz. Ama kadınlar genelde satış safhasında ayıplanmaktan çekinerek geride duruyor. Kadın işin o tarafında öne çıksa ya da yalnız başına bir şey satmaya gitse ‘Eşini sallamıyor’ denebiliyor.”

Üreten kadının satış aşamasında yer alamamasının altında yine erkek egemen düşünce kalıplarının sebep olduğu bir ayrımcılık yattığına bir diğer örnek de Naide Tokgöz’den:

Kadınların beceremeyeceği bir şey değil. Ama mandıracılar, kasaplar, tüccarlar hep erkek olunca üretici tarafında da erkekler diyaloğa giriyor; kadınlar bu işin dışında kalıyor. Sorun bakış açısında.”

“…Yoksa, Kocasının Yanında Boğaz Tokluğuna Çalışır”

Sıradan gözüken bu örnekler çocukluktan itibaren kişiliğin, aklın, emeğin yok sayılarak erkekler arası bir maddi değerler dünyasının öğesi haline getirilmenin, çiftçilik yapan bir kadın üstünde iklim krizi kadar ağır bir ekonomik hasar bıraktığı gerçeğiyle bizi yüzleştiriyor. Belli işlerin kadınlara has sayılması ve başka aşamaların yasaklanması, bu bireylerin haklarından yoksun bırakılmasının normalleştirilmesine meydan veriyor. Maalesef bu kurguyu “kültür” diye adlandırıyoruz. “Bunlar çocukluktan başlıyor” diye üstüne basıyor Naide Tokgöz:

Mesela ben, birden boyum uzayınca, ‘kız evlat dışarı salınmaz’ gerekçesiyle okutulmadım. Üzülerek söylüyorum, ilkokul mezunuyum. Bu konularda genellikle doğu coğrafyası suçlanır ya; doğusu, batısı yok, bu zihniyet her yerde aynı ve değişmeli. Hâlâ böyle olması bu toplumun ayıbıdır.”

Naide Tokgöz’e göre, küçük yaşta yaşatılmaya başlanan cinsiyet ayrımcılığı bir kadının hayatı boyunca ezilmesine, sömürülmesine sebep olabilir.

Naide Tokgöz: “Çocukken de, evlilik çağına gelindiğinde de olanaklar daha çok erkek için kullanılıyor. Böyle olunca kadınlar hep bir eziklik yaşıyor. Anne-babalar başının dik durması için kızlarının arkasını kollamalı, ona bir güvence sunmaya çalışmalı. Özellikle kırsal kesimde kız evlatlar hesap soramıyor, hakkını arayamıyor; aileleri arkalarında olmuyor. Genç kadınlar bir destek bulamayacağını bildiği için maalesef evlendikten sonra her türlü zorluğa, kötülüğe boyun eğmek zorunda kalıyor.”

Adaletsizliğin önemli göstergelerinden biri de miras konusunda kız evlatlara düşük payların layık görülmesi. Bu durum genç bir kadının ekonomik özgürlük edinme ve özgüven kazanmasına büyük sekte vuruyor. Fatma Yaman bu durumu “Kocasının yanında ezik kalır. Sadece boğaz tokluğuna çalışan biri durumuna düşer” diye özetlerken Reyhan Sevinç bir kadının tıpkı çocukluktaki gibi evliliğinde de kolayca geri planda kalabileceğini hatırlatıyor:

Reyhan Sevinç: “Aileden aileye durumlar değişiyordur ama mal/mülk paylaşımında da ayrımcılık yapılıyor diye düşünüyorum. Erkek evlat genelde daha çok pay alıyor. Çünkü kızlar evlenince aileden ayrılıyor diye bakılıyor. Kadının bir iş sahibi olması şart. Evlilikte de mal/mülk genelde erkeğin üstüne oluyor. Kadın ise toprakta ve evde sadece çalışıyor ve bence genellikle karşılığını almıyor. Kadına, onun adına da yatırım yapılacağı sözü veriliyor, fakat bu çoğunlukla sona bırakılıyor. Önce erkeğin işlerinin hallolması bekleniyor. Feminist biri olduğumu düşünüyorum ve haksızlığı hiç sevmem. Bazı şeylere göz yummamak, baştan fikrini ortaya koyup önünü almak lazım. Yoksa sonu hiç iyi olmuyor. Kadınların daha ileri görüşlü ve tedbirli olduğu görüşündeyim. Erkeklere göre daha ince düşünüyorlar. Her konuda kadınların daha çok söz sahibi olmasını istiyorum.”

“Kadınlar Ekonomik ve Sosyal Anlamda Özgür Olsa Daha Girişimci Olurlar”

Konu kadınların çiftçilikte, ticarette, sosyal yaşamda ve siyasette daha çok söz sahibi olmalarına gelince Naide Tokgöz“Cesur ve girişken olmak lazım” diyor:

“Bilindik tarım ve hayvancılığın yanı sıra pek çok şey yapabiliriz. Köye has bir çok şey üretip pazarlayabiliriz. Bu konularda artık imkan çok, mesela kooperatifler var. Yoksa erkeğin peşinden gidersin; çalışırsın ama erkeğin eline bakarsın. Biz kadınlar bir araya gelip kendimiz de kooperatif kurabiliriz. Kadınlar hem ekonomik hem de sosyal anlamda özgür olsa daha atılımcı, daha girişimci olurlar.”

Çanlı çiftçi kadınlardan Fatma Yaman ise kadınların daha çok söz sahibi olmasının “herkesin” yararına olacağının altını çiziyor:

“Kadınlar örgütlenebilir, birikim sahibi olup yatırım yapabilir. Çalışarak kendi sigortasını ödeyebilir ve emekli olabilirler. Mutlaka günlük yaşamda da değişimler yaşanır. Okumuş, çalışan bir kadın çocuğunu da güzel yetiştirir. Çocuğunun ayakları üstünde durmasına daha güzel yardımcı olur. Sağlıklı bir gelecek olur. İnsanlar istediğini yapabilse, duygularını bastırmasa daha mutlu olurlar.”

Kumarlar’dan Fatma Ünal’ın yerel direnişlerde erkeklerin daha pasif kaldığını söylemesi üzerine “Erkeklerin çocukluktan itibaren somut avantajlarla donatılarak bir nevi rahata alıştırılmaları, acaba kendileri için hak ve özgürlük mücadelesi vermelerine olumsuz bir etki mi yapıyor?” diye aklımızdan geçiyor. Daha önce hazırladığımız “İklim Krizi’nden Genç Sesler”  dosyasında görüştüğümüz genç iklim aktivistlerinin “İçimizde her 10 kişiden yedisi kadın” şeklindeki değerlendirmesini de hatırlayınca, Fatma Ünal’a bunu sormadan edemiyoruz:

Kadınların direnişlerde öne çıktıkları doğru. Erkekler kadınların aksine pek mücadeleyi sevmiyor; rahatlarına düşkün oluyorlar. Kadınlar daha çok çalışıyor, daha çok uğraşıyor. Burada da su için verilen mücadelede kadınlar daha istekliydi, en önde onlar gitti. Katılan erkekler de var; ama hepsi gelmiyor. Herhalde kendilerine iş çıksın istemiyorlar, yoksa rahatları kaçacak. Burada sulu tarım olursa çok iş olur, işten kaçıyorlar (gülüyor).”

Çanlı kadın çiftçilerle olan görüşmemize son noktayı Naide Tokgöz koyuyor. Bir çiftçinin çağa ayak uydurmak için yeni teknikler öğrenmesinin gerekliliğinden örnek veren Naide Tokgöz, Türkiye toplumu için de cinsiyet ayrımcılığı ve eril şiddetle mücadelenin kritik önemde olduğunu ifade ediyor:

Kadın istismarı, çocuk istismarı, hayvan istismarı gibi sorunları düşününce Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesine çok üzülüyorum. Devletimiz buna sahip çıkmalıydı. Kadına, çocuğa, hayvana yaşatılan bu şiddetin önüne geçilmesi lazım. Biz haykırarak sesimizi duyurmaya çalışırken, onlar bir gecede yasa değiştiriyorlar. O kadar çok kadın öldü ki, insanın konuşmaya dili varmıyor. İstanbul Sözleşmesi yaşatır!”