YAZI: Arif ERGİN, Sürdürülebilir Ekonomi ve İklim Değişikliği Uzmanı, [email protected]
Son günlerde ülkenin gündemine giren üniversite sorunsalına dair haberleri seyrederken, aklıma pandemisiz güzel günlerde yaptığım bir İstanbul gezisi geldi. Yeni romanımın hazırlıkları için İstanbul’un tarihi semtlerini turlayıp mimari eserlerini incelerken, devrinin en önemli üniversitelerinden biri kabul edilen Süleymaniye Medresesi’nin batı kapısının kubbeli mimarisinin güzelliği karşısında çakılıp kaldığımı hatırlıyorum.
Sürdürülebilirlik ve döngüsel sistemler üzerine çalışma yapan, projeler geliştiren her mühendis ve üniversite öğrencisinin görmesi gereken bir tasarım mucizesidir Süleymaniye Külliyesi. 60 dönümlük yüzölçümüne rağmen yedi tepeli İstanbul’un üçüncü tepesine bir güvercin tüyü hafifliğinde kondurulmuş hissi veren devasa bir yerleşkedir aslında. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük mimarlarından biri olarak kabul edilen, aynı zamanda tarihin gördüğü en büyük mühendislerden biri olan Mimar Sinan tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir ve sürdürülebilir üniversite modeli için bugün bile en güzel örneklerden biridir. Mimar Sinan için küçük bir parantez açalım. 29 Mayıs 1490’da Kayseri’de dünyaya gelir. 17 Temmuz 1588’deki ölümüne değin bir asra yakın ömrüne, pek çoğu tasarım ve mühendislik harikası kabul edilen 375 eser sığdırır. İşte Süleymaniye Külliyesi, böyle bir deha tarafından ustalıkla planlanmış ve her detayıyla Sinan’ın neden bir deha olduğunun izlerini taşıyan bir başyapıttır. Yaklaşık 60 dönümlük külliye içinde darülhadis medresesi, tıp medresesi, şifahane, darülkurra, sübyan mektebi, imaret, darüzziyafe, tabhane, han, hamam ve çok sayıda sıra dükkân yer almaktadır. Mimari güzelliğinin yanında, bu külliyedeki sistemi benim için eşsiz kılan unsur ise, tamamen döngüsel ve sürdürülebilir bir sistem olarak tasarlanmış olmasıdır. Hem de bundan 500 yıl önce…
Çevresel Sürdürülebilirlik
Külliyedeki yapıların inşaatında kullanılan malzemelerin önemli bir kısmı, kullanım fonksiyonunu kaybetmiş durumda olan eski yapılardan çıkan parçalara yeni bir fonksiyon verilerek yeniden kullanılmıştır. Günümüze dek ulaşan malzeme ve inşaat defterlerinde tüm bu malzemelerin listesi tek tek, gün be gün, kuruşuna kadar kaydedilmiş durumdadır. İnşaattan artan mermer parçalar atılmamış, ya içleri oyularak veya küçük parçalar bir araya getirilerek mermer sandıklara, kutulara dönüştürülmüş, buzdolabının olmadığı devirlerde soğuk dolabı olarak mutfaklarda gıda saklamakta kullanılmıştır. Benzer şekilde, artan diğer malzemeler de değirmen, çıkrık gibi malzemelerin yapımında kullanılmıştır. Bu malzemelerin hepsi külliye içinde farklı binalarda, farklı fonksiyonlarla asırlarca kullanılmıştır ve bugün de halen sergilenmektedir. Pencerelerde kullanılan vitraylar, bu sanatın en nadide örneklerinden kabul edilir ve vitray ustası “Sarhoş İbrahim” tarafından tamamı ikinci el, yani kırık camlardan satın alınarak yapılmıştır. Binaların inşaatında kullanılan ve o devir için bir ilk olan mimari tekniklerle bol pencereli bir anlayışa gidilmiştir. Özellikle yüksek kubbeli yapılarda ve camide kullanılan dört ana ayak öylesine kuvvetli olarak tasarlanmıştır ki, başka bir sütuna veya duvar taşıyıcısına gerek kalmamış ve böylece duvarlara çok sayıda pencere konabilmiştir. Aydınlatmada kullanılacak kandilleri önemli oranda azaltarak aynı güçte aydınlatmayı sağlayabilmiş ve o çağ için bir enerji verimliliği elde edilmiştir. Tonlarca ağırlıktaki yapıyı taşıyan temele açılan kare formlu galeri ve kanallardan geçen hava, üç tarafı denizle çevrili yapının temelini her daim kuru tutup rutubet dayanımını artırırken, aynı zamanda binaları yazın serin, kışın ılık tutan bir iklimlendirme imkanı sağlar. Binaların temeli inşa edilirken ortaya çıkan Osmanlı öncesi kemer ve tüneller tahrip edilmemiş, aksine yeni tüneller kazılıp üzerlerine birtakım kemerler yapılmıştır. Cami tabanının orta kısmına denk getirilen bu kemerler üzerine tahta kapaklar konularak aşağıdan gelen hava ile cami içinin yaz mevsiminde devamlı serin, kış mevsiminde ise sıcak olması sağlanmıştır. Halen ısıtma ve soğutma amacıyla aktif olarak kullanılmakta olan bir sistemdir. Böylece hiçbir enerji kullanmadan, ateş yakmadan koca bir yapının ısınması sağlanır. Ana kapı üzerinde inşa edilen ve “sis odası” denilen bölmenin altında dört pencere, her bir pencerenin üzerindeyse dört menfez bulunur. Bu menfezlerin hepsi birden açıldığında cami kısa sürede havalandırılır. Oluşan hava akımıyla binayı aydınlatmak için akşamları yakılan binlerce kandilden çıkan is, kapı üzerindeki bu is odasında toplanarak hava ve yapı temizlenir. Toplanan is atılmaz ve mürekkep yapımında; bu mürekkep de medrese öğrencileri, hocalar ve bazen de saray tarafından kullanılırdı.
Yerden yüksekliği 53 metre olan devasa bir piramidi andıran ve üzeri irili ufaklı yüzlerce kubbe ile dolu olan binaların çatılarındaki özel mimari sayesinde toplanan yağmur sularının yüksekten sert bir şekilde değil de, eğim ve dolaştırma yoluyla yumuşatılarak akması sağlanır. Bunu sağlamak için Sinan tarafından sayısız oluk, ark ve su yolları tasarlanmıştır. Böylece yapının zeminindeki mermer, sudan zarar görmez; su, yapının temelinden mümkün olduğunca uzak tutularak çürüme ve nem engellenmiş olur. Ayrıca su kaderine terkedilmez, sarnıçlarda ve depolarda toplanır. Toplanan su külliyedeki tüm yapılara boru ve arklarla paylaştırılarak sulamada, temizlikte, hamamda, abdesthanelerde ve helalarda kullanılır. Bu yapılar sisteminin ortasındaki avlunun merkezinde yer alan şadırvan ise mühendislik ve mimarlık harikası olarak kabul edilmektedir ve tüm su sisteminin en ilginç detayıdır. Şadırvan yağmur sularını toplayan, topladığı suları sistemin içinde dolaştırdıktan sonra bir hava perdesinden geçirip arıtarak aşağıdaki bölüme, yani insanların kullanımına sunan bir su arıtma sistemidir. Üstelik su öylesine iyi arıtılır ki, sadece içme suyu olarak kullanılmaktadır. Külliyenin dışında ise büyük bir botanik bahçesi vardır. Bu bahçede yetiştirilen bitkilerin bir kısmı tabhanede öğrenci ve hastalar için yemek yapımında kullanılırken, asıl önemli fonksiyonu yerleşke içindeki eczacılık fakültesinin ilaç yapımında kullandığı şifalı bitkilerin yetiştirilmesidir. Buradaki bitkilerle geliştirilen ilaçlardan, eczacılık fakültesinin yanındaki bina olan tıp fakültesinde derslerde ve ona bağlı hastane binasında hastaların tedavisinde yararlanılırdı. Öğrencilerin konakladığı binalar ve külliyedeki görevliler için çıkarılan yemeğin malzemesi botanik bahçesindeki sebzelerden gelir ancak yemek atıkları da yine botanik bahçesinde özel alanlara dökülerek “verimli toprak” elde edilir ve bitki üretiminde kullanılır. Bugünkü karşılığı “kompost” veya “gübreleme” olan bu yolla çevre kirliliği de önlenmiş olur. Özetle yerleşkede, her fakültenin çıktısı, diğerinin girdisi durumunda olan tamamen çevresel sürdürülebilirlik ve döngüsellik prensiplerine uygun bir düzen vardır.
Finansal Sürdürülebilirlik
Sistemin finansmanı da ayrı bir sürdürülebilirlik modelidir. Üniversite, merkezi devlet hazinesinden tek akçe almadan kendi gelirleriyle çekip çevrilir. Binalar sisteminin bir parçası olan sıralı dükkanlar kiraya verilerek önemli bir gelir elde edilir, bu gelir hem maaşların ödenmesinde hem de idari masrafların karşılanmasında kullanılır. Mali sistemin yönetimi, mütevellilerin zaman zaman değiştiği bir vakıf tarafından yapılır. Böylece hem devlete bir mali yük getirmezken, mali anlamda kendi kararlarını verebilen bir üniversite modeli kurulmuştur. Peki bir Mimar Sinan nasıl yetişir? Böyle bir mimarlık-mühendislik bilgisi, salt yetenekle açıklanabilir mi? Bu eserleri veren bir insanı yetiştiren kurumlar nelerdir? İnsan bunları sormadan edemiyor ve sorunca da cevabın tam karşısında durduğunu görüyor.
İnsan Kaynağında Sürdürülebilirlik
Devletin altın çağı kabul edilen 15. ve 16. Yüzyıllarda Osmanlı medrese sisteminde liyakat esastır. Medrese sisteminin kalbinde binalar değil, insan vardır. Eğitim kadrosunu oluşturan müderrislerin, yani üniversite hocalarının kalitesi ve kalitenin sürekliliğinin sağlanması sistemin en öncelikli meselesidir. Öyle ki, bir talebe medreseyi bitirip mezun olduktan sonra bir kuruma gireceği zaman ona hangi medreseden mezun olduğu değil, hangi hocanın öğrencisi olduğu sorulur. Hocanın hocası, onun da hocası… şeklinde silsile yoluyla ilerleyen eğitim ekolleri vardır.
İdari Sürdürülebilirlik
Fatih gibi, Süleymaniye gibi büyük medreselerde tüm idari işleri koordine eden vakıf yöneticisi mütevelliler ve baş müderrisler olur. Baş müderrisliği bugünkü rektörlüğe benzetebiliriz. Bu şahıslar atama yoluyla gelse de, atamaları genelde medrese camiası içinden ve o medresenin gelenek, usul ve teamüllerine uygun olarak yapılır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri III. Mustafa döneminde yaşanır. Sultan III. Mustafa, Mora isyanının bastırılmasında gösterdiği başarı nedeniyle Yenişehirli Müderris Osman Efendi’nin iki mertebe birden terfi ettirilmesini bizzat medreseden talep eder ancak kendisi de müderris olan Mirzazâde Mehmed Said Efendi ilmiye mesleğinin geleneğine aykırılığını ileri sürerek sultanın bu isteğini kabul etmemiştir. Süleymaniye Medresesi’nin tarihteki yerine baktığımızda, birkaç asır boyunca Osmanlı Devleti’nin en önemli eğitim kurumlarından biri olduğunu görüyoruz. Bu başarının temeli, sistemin idaresinin tamamen liyakat esasına ve yukarıda özetlemeye çalıştığım sürdürülebilirlik ilkelerine dayanan bir geleneğe dayanmasıdır. Sistem hem mimari tasarımı ve teknik fonksiyonları ile hem de finansal ve idari yapısıyla güzel bir sürdürülebilirlik modelidir ve çağımızın bilimsel ilkeleriyle harmanlandığında günümüzde arayışta olan üniversite sistemine güzel bir örnek olabilir. Kim bilir, belki o zaman, “bir Mimar Sinan nasıl yetişir?” sorusunun cevabını da vermiş oluruz.