2019/20 Mercator-İPM (İstanbul Politikalar Merkezi) araştırmacısı Sinan Erensü, COP25’te iklim politikasının önündeki engelin bir takım teknik konularda takılı kalmaktan ziyade dünya siyasetinin içerisine girdiği popülist sağ neoliberal otoriter yapı olduğunu söylüyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
İklim adaleti talebinin daha yüksek sesle dillendirildiği bir zamanda düzenlenen COP25’i iklim adaleti çerçevesinden değerlendirebilir misiniz?
İklim zirvelerinin tam ortasında adalet meselesi kaçınılmaz olarak bulunuyor. 200’e yakın ülke bir masa etrafında bir araya geliyor ve iklim krizini nasıl çözeceğini konuşuyor. Bu ülkelerin her biri iklim krizi bakımından farklı noktalarda. Bazılarının iklim krizine katkıları diğerlerinden çok daha fazla. Bazı ülkelerin de iklim krizinden etkilenme hızı ve yoğunluğu diğerlerine göre çok daha fazla. Dolayısıyla bu müzakerelerin kendisi bizatihi iklim adaleti meselesinin göbeğine oturuyor. Böyle bir iklim adaleti aksı var. Bir diğeri de tarihi sorumluluklara dair bir aks. 1800’lerin ortalarından itibaren fosil yakıtların kullanılmaya başlandığını düşünürsek iklim krizinden sorumlu olan ülkelerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor.
Bu nedenle müzakereleri kilitleyen veya müzakerelere her ülkenin eşit olarak katkı sunmasını engelleyen mesele zaten adalet/adaletsizlik meselesi. Bu meseleyi sadece devletler düzeyinde ele alırsak yanılırız. Bütün dünyayı devletlerden oluşan bir yapı olarak görmüş oluruz. STK’lar, ulus devletlerin sınırlarını aşan bağlamlarda adaleti/adaletsizliği konuşuyorlar. Özellikle bu COP’a damgasını vuran üç gruptan bahsedebiliriz.
Bunlardan bir tanesi geçtiğimiz yıl Greta Thunberg’in şahsında yükselen çocuk ve genç hareketi. Çocuklar ve gençler, haklı olarak, iklim krizinin onların hayatını etkileyeceğini, bugün karar veren insanların iklim krizinin en derin etkilerinin yaşanmaya başlayacağı 2050’lerden itibaren bu dünyadan göçeceğini ve aslında nesiller arası adalet/adaletsizlik bağlamını ön plana çıkartıyorlar. Bu genç grubu COP’ta hemen her gün eylem yaparak taleplerini dillendirdiler. Bu grubun ortağı ya da işbirliği yaptığı bir başka grup ise yerli halklar. Özellikle Latin Amerika yerli halkları bu COP’ta çok etkiliydi. Eğer COP planlandığı üzere Şili’de gerçekleştirilmiş olsaydı daha da etkili olması bekleniyordu. Böylece daha çok yerli halk katılımı olacaktı. İklim krizinde ve karbon salımında hiçbir payları olmayan bu insanlar krizden doğrudan etkilenecek grupları teşkil ediyorlar. Keza iklim krizi en başta okyanus kenarında balıkçılıkla yaşayan halkları veya Amazon’un içlerinde modern dünyadan bir nebze olsa da uzakta, üstelik karbon salımından çokça uzakta yaşayan insanları etkiliyor.
Son olarak kadın grupları bu COP’ta oldukça görünürlerdi. Onlar da iklim krizinin kadınları özellikle etkilediğini söylerken, iklim kriziyle mücadele planlarının kadınların ihtiyaçlarını dikkate alacak şekilde yapılması konusunda ısrarcılardı. Üç sivil grubun iklim adaleti talebinin olduğu, lakin bu taleplerin ciddi bir şekilde COP’a yansımadığı bir zirveden geçtik. Sonuç bildirgesinde kadınlara dair bir iki paragraf vardı. Çok kayda değer olmadığı söyleniyor. Öte yandan sonuç bildirgesinin girişinde bu gruplar anılıyor. “Bu grupların itirazlarını ve eylemliliklerini dikkate alarak” şeklinde başlayan bir sonuç bildirgesi var. Lakin içerik olarak, somut anlamda büyük değişiklik olduğu söylenemez. O bakımdan hayal kırıklığı yaratan bir zirve geride kalmış oldu.
Paris Anlaşması 2020 yılında uygulamaya konacak. Türkiye’nin pozisyonunda bir değişiklik yok. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un müzakerelerde yaptığı konuşma Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İklim Eylemi Zirvesi’ndeki konuşmasını hatırlattı. Türkiye’nin belirli söylemler içerisinde ve bunun dışına çıkmayan bir yaklaşımı var…
Çok talihsiz elbette. Türkiye iklim müzakerelerinde yer alamıyor, iklim değişikliği tartışmalarının içerisine giremiyor. Türkiye, tarihi olarak baktığımızda elbette gelişmiş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri kadar sorumluluk sahibi değil. Eğer bu tarz itirazları varsa bunları seslendirecek, dillendirecek imkanlardan yoksun. Keza müzakerelerin tarafı olmayı reddediyor. Bulunduğu statüden memnun değil çünkü. Türkiye birçok OECD ülkesi ile birlikte EK-1 statüsünde yer alıyor ve bu statüde olmak istemiyor. Gelişmekte olan ülkeler statüsüne girip, birtakım fonlardan daha rahat bir şekilde faydalanmak istiyor. Bu ısrarı nedeniyle hâlâ gözlemci sıfatıyla müzakereleri takip ediyor.
Türkiye’nin iklim değişikliği siyasetine ilişkin birtakım adalet talepleri olabilir, bu talepler de anlaşılabilir. Ancak bunları dillendirmenin bir yolu var: İklim müzakerelerinde yer alarak ve bu müzakerelerin içerisindeki koalisyonlardan bir tanesine dahil olarak. Türkiye’nin pozisyonuna benzer pozisyonlarda ülkeler var. Bu ülkeler birbirleriyle dayanışıyor. Türkiye bu fırsatı da reddediyor. Bu fırsatlar ve imkanlar reddedilince iklim siyaseti konusunda daha gelişmiş bilgi birikimine sahip kadrolar yetiştirme, bu alanlara müdahil olma fırsatını da elinden kaçırıyor. Bu açıdan bakılınca net bir şekilde şu söylenebilir: Türkiye’de iklim meselesi ile ilgilenen sivil toplum, müzakereyle ilgilenen enerji ve çevre bürokrasinin çok daha önünde. Pozisyon olarak önünde olduğu açık bir gerçek ama kapasite, takip ve muhakeme yeteneği olarak da önünde. Bu da çok talihsiz bir durum. Üstüne üstlük Türkiye en az gelişmiş ülkeler kategorisinde değerlendirilebilecek bir ülke de değil. Türkiye bugün dünyanın, her yıl değişiyor ancak, en büyük 16. veya 17. ülkesi. Bununla paralel olarak bir karbon salımı da söz konusu. Bunu da göz ardı edemeyiz. Türkiye’nin kişi başına karbon salımı ortalaması dünya ortalamasında veya üstünde. Dolayısıyla müthiş haksızlığa uğramış, çok az salım yapan ve krize hiç dahli olmayan bir ülke olarak da göremeyiz Türkiye’yi.
Zirvede temelde iklim adaleti ile bağı olan Madde 6, kayıp ve zarar mekanizması ve 2020’de iklim eylemlerinin güçlendirilmesine dair tartışmalarda somut sonuçlar elde edilemedi. COP26’nın sorumluluğu daha da artmış görünüyor. COP26’da bu tartışmaların son bulmasına dair bir ışık görüyor musunuz?
Öncelikli olarak bu COP daha düşük profilli, yol temizliği yapılması beklenen bir COP’tu. Beklentinin düşüklüğüne rağmen hayal kırıklığı yüksek oldu. Keza o yol temizliği de yapılamadı. Dolayısıyla bir sonraki COP’ta her şey birden çökecek mi gibi bir endişe doğdu. Gelecek yıl ne olabilir sorusunun cevabı olarak iki açıdan değerlendirme yapabiliriz. Teknik olarak düşündüğümüzde karbon ticaretinin nasıl düzenleneceği konuşulabilir. Bir yandan da temel sıkıntı kaynağı olan kayıp ve zararlar meselesi var: İklim değişikliğine daha az dahli olan ülkelerin bugüne kadarki kayıp ve zararlarının tazminine dair nasıl bir çerçeve oluşturulacağı. Küresel iklim fonunun ne şekilde kullanılacağı, azaltım kadar uyuma da kaynak ayrılıp ayrılmayacağı tartışılabilir. Bunlar teknik başlıklar olmalarının yanı sıra sizin de dediğiniz gibi her biri iklim adaletine göbekten bağlı. Bunlar tek tek konuşulabilir. Bir yandan da küresel dünya siyasetinin gidişatı konuşulabilir. İklim politikasının önündeki engel birtakım teknik meselelerde takılı kalmaktan ziyade dünya siyasetinin içerisine girdiği popülist sağ neoliberal otoriter yapı. Benzer hükümetlerin dünyanın birçok yerinde palazlandığını görebiliyoruz. Bunların temelde iklim politikalarına genelde ise çevre politikalarına şüpheyle yaklaştığını biliyoruz. Var olan kazanımların altını oymak istiyorlar. Çünkü kendi korumacı milliyetçi pozisyonları bunu gerektiriyor. Milli çıkarı daha çok soyut bir devlet ve onun lideri üzerinden tanımlayan bu siyaset, çevre politikalarını arka planda bırakıyor, hatta çevre politikalarına karşı olmak üzerinden bir milli irade geliştiriyor.
Bu COP’u etkileyen esas nokta da bu oldu. En başta Brezilya’nın COP’u düzenlemesi bekleniyordu. Jair Bolsonaro devlet başkanı seçildikten sonra ülkenin iklim politikası çok hızlı bir şekilde değişti. Bu politika gereği iklim zirvesine ev sahipliği yapamayacağı anlaşıldı. Şili’de ise tam tersi, neoliberalizm karşıtı halk ayaklanmaları söz konusu oldu. Bu atmosferde Şili’nin de ev sahipliği yapamayacağı anlaşılınca COP, Madrid’e alındı. Dolayısıyla böyle bir küresel atmosfere denk gelen bir iklim zirvesinden bahsediyoruz. Bunun yanında Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çekileceğini net bir şekilde açıklaması ABD’nin pozisyonunu değiştirdi ve onun etkisiyle iklim konusunda ayak diremek isteyen ülkelere de gün doğdu. Bazı ülkelere de “Dur bakalım, bir bekleyelim” düşüncesi hakim oldu. Böyle bir politik iklim içerisinde iklim meselesini konuşmaya çalışıyoruz. Bu değişmedikçe, çok ilerici, iklim meselesinde yüreklere su serpecek, 2 derece hedefini tutturmamızı sağlayacak kararların atiklikle alınmasını beklemiyorum açıkçası.
COP26’nın düzenleneceği tarihlerden hemen önce ABD’de başkanlık seçimi yapılacak. Seçimin sonucu COP26’yı ne yönde etkiler?
Trump’ın tekrar seçilmesi net bir şekilde bugünkü eğilimi kuvvetlendirerek devamına neden olur. Trump kaybederse ne olur sorusunun cevabını, Trump’ın karşısında kimin yer alacağı ve kampanyasında iklimin nerede duracağı gibi noktalar verebilir. ABD’nin statüsü gelecek COP’ta bu yılkinden çok daha geride olacak çünkü seçim sonucundan bağımsız olarak resmi bir şekilde Paris Anlaşması’ndan ayrılmış olacak. Yine de başkanlık seçiminin sonuçları bir sinyal verecektir. Trump’ın tekrar seçilmesi daha net bir sonuç çıkartacak bence. Kaybetmesi ise karşısındaki adayın kim olduğu, platformunda iklim meselesinin nasıl yer ettiği ile de bağlantılı.
BM iklim şefi Stiell, gelecek hafta toplanacak G20 liderlerine iklim finansmanı çabalarına destek verme çağrısında…
İlham Aliyev’in geçtiğimiz 1 senede yaptığı konuşmaları analiz eden bir çalışmaya göre, COP29’un ev sahibinin…
G7, son 20 yılda iklim finansmanı borçlarını ödememesi nedeniyle COP29’da “Günün Fosili” ödülünü aldı. BM…
Bu yılki BM iklim zirvesine ev sahipliği yapan Azerbaycan, fosil yakıt patronlarına ve lobicilere başkanlığın…
Azerbaycan COP29 Başkanlığı, girişimin 2025 sonrası iklim finansmanı hedefiyle ilgili müzakerelerle iç içe geçme riski…
UNEP, küresel ısınmayı olumsuz yönde etkileyen metan emisyonlarını azaltmaya yönelik taahhütlerin arttığını, ancak bu yöndeki…