YAZI: Bekir AĞIRDIR / KONDA Araştırma
Bu yılki araştırmayı toplum pandemi içinde yaşarken yaptık. Pandemi toplumsal psikolojide bir yandan kişisel sağlık riski ve bunun ürettiği endişe ve korkuların artmasına neden oldu. Öte yandan pandemiden de beslenerek pandemiye eşlik eden büyük ekonomik kriz de toplumsal psikolojide geleceğe dönük endişe ve korkuların yoğun biçimde yaşanmasını üretti. Bugünün ve geleceğin korkularının bir arada yaşanması, bu korkuların son derece gerçek olması nedeniyle bireyler ve toplumlar bir bakıma canı burnunda yaşıyor.
Tam da bu nedenle bireylerin ortak hayattan, ülke hayatından daha çok bireysel hayatlarına, iyi-doğru-güzel olanlardan, değerlerden daha çok gündelik pratiklerde kendi korkularına odaklandıkları görülüyor. Küresel çaptaki koronavirüs salgını milyonlarca insanın hayatını altüst etmişse de aslında hiç beklenmedik bir olay değildi. Başka nedenlerin yanı sıra insanların doğaya müdahalesinin, doğal yaşamın ekolojik dengesini bozmasının bu tür küresel salgınlara yol açacağı öngörülüyordu. İklim bilimcilerse iklim değişikliğinin de en az salgın kadar, hatta daha da büyük tahribata yol açacağını öngörüyorlar.
Aslında yerkürenin ritmindeki değişim nedeniyle uzun süredir insanlık üretim biçiminde de tüketim biçiminde de kaçınılmaz bir değişim dayatmasıyla karşı karşıya. İklim değişikliğinden çevre kirliliğine, temiz içme suyundan petrole ve madenlere, doğal kaynakların azalmasından hayvan ve bitki türlerinin tükenişine dek bir dizi sorun insanlığın yerküreye hoyrat davranışının bir sonucuydu. Sanayi toplumunun ölçek ekonomisine ve standart üretimine ve daha çok tüketim modeline dayanan bu yaşam biçiminin sürdürülebilmesi artık mümkün değil.
Ama bu değişimin hangi yöne doğru, hangi temel ilkelere yaslanarak ve hangi temel hedeflere doğru olması konusunda henüz küresel bir mutabakat yok. Hatta geleceğe dair bir hikaye ve bu hikayeden beslenen siyasi hareketler de yok. Belki de iklim değişikliğini, çevre meselelerini kendine dert edinen hareketlerin, bilim insanlarının, siyasetlerin yalnızca felakete dikkat çeken söylem ve politikalarından daha çok, olması gerekene, geleceğin hikayesine odaklanmalarının zamanı geldi.
Pandemi hangi nedenle başlamış ya da yayılmış olursa olsun, sürecin yönetimi konusunda insanlığın var olan sorunlarını gün yüzüne çıkardı. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu süreçte yapabildikleri ve yapamadıkları, küresel sorunlara kaşı hâlâ küresel çözüm, kurum ve kurallarına sahip olmadığımız görüldü. Popülist liderlerin ve iktidarların ağırlıklı olduğu bu zaman aralığında yaşanan pandemi, insanlığın sorunlarını sanayi toplumunun ulus-devlet modeliyle çözemeyeceğini görünür kıldı. Tümüyle piyasaya terkedilmiş sosyal devlet politikalarının yetmezliği ve sosyal devletin model, zihniyet ve politikalarının yeniden düşünülmesi gerekliliği ortaya çıktı. Adalet ve yoksulluk meselelerinin hem uluslararası hem de ulus içi ölçekte ne denli ağırlaşmakta ve kalıcılaşmakta olduğu anlaşıldı.
2019 Araştırması için yorum notumuzun başlığı “yangın var” idi ve pandemi yangının artık hayatın her alanında, sahip olduğumuz hayata, üretime, tüketime dair tüm modellerde, zihniyetlerde, değerlerde, kurallarda yeniyi kaçınılmaz kılan bir yıkıma dönüşmekte olduğunu görünür kıldı. Bu noktadaki sorulardan birisi, sade bireylerin ve toplumların bu yıkımın ne denli farkında oldukları, yıkımı yaratıcı yıkıma çevirecek, yeniyi inşa edecek siyasete gereken enerjiyi üretip üretmeyecekleriyle ilgili.
Son 10 yılda KONDA’nın yaptığı araştırmalar Türkiye toplumunun çevre ve iklim değişikliği sorunlarına kaşı farkındalığının yükselme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Ama bu farkındalığı artıran unsurun kendi yaşadıkları, deneyimledikleri sorunlardan beslendiğine, yine de çevre ve iklim değişikliği hareketinden ya da bilimsel araştırmalardan beslenmenin çok düşük olduğuna işaret ediyor. Örneğin bu yılın araştırmasında, hatırladıkları bir çevre eylemi sorulduğunda ancak her altı kişiden birinin aklına hemen bir çevre eylemi geliyor. Cevapları incelediğimizde ilk olarak neredeyse tüm cevapların Türkiye’deki eylem / sloganlar olması, örneğin İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in başını çektiği “iklim için okul grevi” gibi küresel eylemlerin pek akla gelmemiş olması dikkat çekiyor.
Bu yıl tekrarlanan araştırmanın bulgularına bakınca toplumda çevre bilincinin henüz çok gelişmemiş olduğu, toplumun ancak küçük bir kesimiyle kısıtlı kaldığı izlenimi ortaya çıkıyor. Daha önceki araştırmalarımız da çevre korumanın ve çevrecilik bilincinin ne olduğu konusundaki bilgi düzeyinin zayıf, ele alınan konulardaki görüşlerine göreyse toplumun oldukça bilinçli ve net olduğu ortaya çıkmıştı. Araştırmalar bir arada değerlendirildiğinde ilk dikkat çeken nokta, toplumda çevre konusunda bir duyarlılık olması, çevreye zarar verebilecek unsurlar karşısında tepki göstermesi ancak buna rağmen duyarlılık gösterilen bu konuların “çevre sorunu” veya “çevre kirliliği” olduğunun bilinmemesidir. Diğer bir deyişle, toplum çevre konularında duyarlı olsa ve çevreye olumlu etkisi olan davranışlarında bulunsa dahi bu konuların çevrecilerin savunduğu konular olduğunu, “çevre sorunu” tartışmasının neleri içerdiğini iyi bilmemektedir.
2020 araştırmasının bulguları da ilk bakışta tezat gibi görünen bu durumu bir kez daha ortaya koyuyor. Toplumun neredeyse tamamı ekonomik kalkınma için ormanların kesilebileceği fikrine karşı çıkıyor. Çevre eylemleri akla hemen gelmese de, karbon emisyonu, biyoçeşitlilik gibi terminolojiye hakim olunmasa da, eylemlerin konu edindiği somut meseleler sorulduğunda, toplumda çevre konusunda gayet bilinçli bir tavır ortaya çıkıyor. Örneğin toplum, aynı ormanların kesilmesine karşı çıktığı gibi, madenlerin ekonomiye kazandırılması için çevre kirliliğine göz yumulamayacağını düşünüyor. Ancak on kişinin biri için kalkınma ağır basıyor.
15 yıllık tüm KONDA araştırmalarına ve iklim değişikliği özelinde bu araştırmanın bulgularına bakınca, kişisel kanaatim, belki de dil değiştirmemiz gerektiğidir: “Yangın var” çığlığını dilimizi bilmeyen bir yerde daha yüksekten atarak anlaşılır olmasını bekleyemeyiz. Belki de geleceğin hikayesini yazmaya çalışarak, umuttan, bilimden beslenen bir dille konuşmalıyız. Belki de makul bir ses tonuyla ama toplumun ihtiyaç ve taleplerini, duygularını da dikkate alan, geleceği gösteren yeni bir söyleme geçmemizin zamanı gelmiştir.