Kurumsal iletişim ve itibar alanının Türkiye’deki en önemli isimlerinden Salim Kadıbeşegil, “Geleneksel medyanın, hem habercilik anlamında hem yayıncılık anlamındaki rolünün değişmesi gerektiği konusunda hepimiz hemfikiriz. Onları finanse edecek kanalların da bu anlamda iş yapma ve yönetme politikalarını dönüştürmeleri aslında bu beklediğimiz değişimi hızlandırır” diyor. Ekolojik çevrenin bir numaralı konu olması gerektiğinin altını çizen Kadıbeşegil, “Yaşayacak bir gezegenimiz yoksa zaten gerisi boş. Ama başkası bir şey yapsın diye de beklememek lazım, önce kendimizden başlamalıyız” diyor.
YAZI: Barış DOĞRU
Medya aslında Batı demokrasilerinin, gelişmiş bütün demokrasilerin kuruluşunda son derece önemli bir rol oynuyor. Yani bağımsız ve güçlü medyanın olmadığı bir ülkede, demokrasinin sağlıklı gelişiminin, refahın ve huzurun olması da neredeyse mümkün değil. Fakat bugün dünya başka sorunlarla da karşı karşıya. Yani eski sorunları tam olarak çözemediği gibi bunun üzerine yeni sorunlar eklendi. Bunların başında da çevresel sürdürülebilirlik geliyor. Sürdürülebilirlik bana göre işte bu uygarlığın yaşadığı büyük bunalımın adı. Bu çözülememiş sorunların üzerine gelen yeni sorunların eklenmesiyle oluşan bir tartışma alanı. Medyanın rolünü biraz bu açıdan konuşmak, senin düşüncelerini almak istiyorum…
Gerçekten medyanın, -geleneksel medyadan bahsediyoruz tabii buradakamuoyu oluşturma gücü yadsınamaz. Dolayısıyla kamuoyunun kanaatinin hangi yönde nasıl oluşması gerektiği ile ilgili öncü bir rolü var medyanın. Şöyle söyleyelim, gazetelerin ekonomi sayfaları mesela ne zaman hayatımıza girdi? 1970’lerde. Dolayısıyla ekonomiye farklı bakmaya başladık. Önce tek sayfaydı, sonra iki sayfa oldu, sonra dört sayfa, hatta sekiz sayfa ekonomi sayfası olan gazeteler çıktı. Sadece ekonomi gazeteciliği diye bir alan oluştu. Bu anlamda ekonomi gazeteciliği çok güzel bir örnektir.
Şimdi buradan hareket edecek olursak, gündemimizdeki konu, çevre, ekoloji sürdürülebilirlik gibi konularla ilgili geleneksel medyada özel bir alana ne zaman rastladık? Çevre editörleri, çevre yazarları ne zaman hayatımıza girmeye başladı? Baktığımız zaman bu çok eskilere gitmiyor. Öyle kökleşmiş geleneksel medyanın içinde –televizyonları da buna dahil ediyorum- son 10 yıl, bilemedin son 20 yıl diyebileceğimiz bir geriye gidişten bahsedebiliriz ancak. Ama ne kadar zamanda kirletti dünyayı? Petrolün ticari anlamda kullanılmaya başlandığı 1800’lü yılların ortalarından itibaren, ya da sanayi devriminin tetiklemesiyle gezegeni kirletmeye başladığımız ve bir tüketim kültürü inşa ettiğimiz dönemden beri. Ve bunun faturaları bize 1990’larla birlikte çevre ve iklim değişikliği anlamında çıkmaya başladı. Ama geleneksel medya burada sınıfta kaldı. Bunu öngöremedi, yakalayamadı. O değişimi, kamuoyunu doğru yönlendirecek ve bu konuda sesi cılız çıkmakta olan birtakım sivil toplum kuruluşlarını da arkasına alarak “ya bir de böyle bir gündem var” noktasına bizi getiremedi. Burada milat olarak 1992 Rio Konferansı’nı alalım. Yani Rio Konferansı, Türk basınını bir kenara bırakıyorum. Dünya basınında ne kadar yer almıştır diye baktığımızda öyle ahım şahım bir yer tuttuğunu da -ki dünyanın tüm liderleri katıldı bu toplantıya- söyleyemeyiz.
Dolayısıyla geleneksel medyada bu konunun yetersiz kalması veya sınavı geçememesi nedeniyle bu işi teknolojinin de yardımıyla bireyler üstlenmeye başladı. Yani bireylerin yayınları, medyatik duruşları, geleneksel medyanın boşluğunu gidermeye veya eksiklerini gidermeye yönelik bir alan olarak ortaya çıktı ve hepimiz medya olduk bir anda. Bir YouTube videosu ile kayıt yayımlarsanız üç milyon, beş milyon, 10 milyon insan izleyebiliyor…
Yani geleneksel medyanın erişebileceği satış rakamlarının çok ötesinde bir takibi ve etkileşimi oluyorsa o zaman biz de birey olarak kendimize “evet biz de yeni medyayız” diyebiliriz. Şimdi ana konumuza, çevre ve medya meselelerine gelecek olursak, bugünkü çevre sorunlarının temeli, önce biz kendimiziz. Bir aynaya bakmamız lazım. Biz tüketiyoruz, hem de gereksiz tüketiyoruz, ihtiyacımız olmayan bir şeyi tüketiyoruz. Geleneksel medyanın bu konuda görevini yapmamış olması ve gereksiz tüketime yönelik alanlarda bir kamuoyu oluşturamamasının getirdiği durumu sivil toplum içerisindeki bireyler olarak ya da sivil toplum kuruluşları olarak biz gidermeye çalışıyoruz. Bir çift ayakkabıyı üretmek için 8 bin litre su harcamamız gerekiyor. Öbür tarafta 1.5 milyar insanın içilebilir suya erişimi yok. Bu örneklerle bir medya ortamı oluşturuyoruz. Doğal kaynaklar azalıyor, ormanlar yanıyor, iklim değişikliğinin bedeli olarak şunlar karşımıza geliyor diyerek, daha çok felaket senaryolarının, karamsar haberlerin, kötümser olguların ve bulguların yer aldığı bir kamuoyu oluşturma yetkinliği var. Geleneksel medya burada yeteri kadar rol oynayamıyor, dolayısıyla bu konulara vâkıf olan bireyler ya kendi adlarına ya da ait oldukları sivil toplum kuruluşları adına ortaya çıkıp kamuoyu farkındalığını artırmaya çalışıyor. Fakat geleneksel medyanın akıllı tarafı ne yapıyor? Arkasında bilimsel temeli olan, tutarlı olan bu görüşleri kendi etki alanlarına yaygınlaştıracak tarzda haberleştiriyorlar, ya da o kişilerden görüş alıyorlar, o kişilere makale yazdırıyorlar, o kişilerle söyleşiler yapıyorlar, dizi programlar yapıyorlar… Yani geleneksel medyanın gücünü de bir kenara atmayalım. Ancak yavaş yavaş, tüm insanları ilgilendiren konularla ilgili bir işbirliğinin başladığını görüyoruz.
Bireylere yönelik bir vurgu yaptın. Bence de çok önemli. Çoğu zaman ben de söylüyorum iklim değişikliği bizim ayakucumuzda başlıyor diye. Ama medyanın, özellikle Batı dünyasının kurumsal gelişiminde belli oranda yerine getirdiği bir sorgulama- denetleme rolü oldu hep. Medyanın, bireylerin farkındalığını artırmak dışında, şirketlerin ve kamu yönetiminin bu konudaki yaptıklarını sorgulamak ve onları denetlemek gibi bir rolü de var. Bir gücün, yasama, yürütme ve yargı gibi güçlerin işleyişini denetlemesi gerekmiyor mu? Dördüncü kuvvet olarak medyanın, sorunlar ve çözümler hakkında bilgi sağlamak, aksaklıkları ortaya çıkarmak gibi bir rolü yok mu? Bu konuda da biraz geride kalmış gibi gözüküyor. Ne dersin?
Çok güzel bir noktaya parmak bastın. Şimdi yeni dönemin yükselen değeri hesap verebilirlik bildiğin gibi. Yani önümüzdeki 20-30 yıl belki de sadece bunu konuşacağız. Her alanda her konumda hesap verebilirliğin egemen olduğu bir iş yapma ve yönetme dünyasının içinde bulacağız kendimizi. Hesap verebilirliğin bir önceki aşaması tabii ki denetim. Neyi, kim, nasıl denetleyecek? Şimdi mesela yakın geçmişten bir örnek verelim. Etik olmak, şeffaf olmak, hesap verebilir olmak, sorumlu olmak gibi kurumsal yönetim ilkelerinin içinden ne doğdu? Mali denetim sektörü. Şirketler, birtakım bağımsız denetim kurumlarına gidiyorlar ve “benim finansallarımı denetle” diyorlar. Bağımsız ve tarafsız olması gereken bu şirketler ve ürettikleri raporlar, benim alanım olan itibarın girdisi sayılması gereken konular. Ama ne oldu; bütün bu kurumlar 2008 küresel krizinde sınıfta kaldılar. Batan şirketlerin hemen hemen tamamı, kendilerini finansal mali denetimlerden geçirmiş, bu konuda raporlar hazırlamış, hatta bir değil iki ayrı şirkete denetim yaptırmıştı…
Peki gerçek bir denetim olsaydı olaylar bu duruma kadar gelebilir miydi?
Evet, onu söylemek istiyorum. Hesap verebilirlik konusu o yüzden yükselen değer olmaya aday. Sen bunları yapıyorsun ama benim ikna olmam için bana bunun arka planını da anlatman lazım. Bana rapor gösterme, bu raporun nasıl hazırlandığını göster. Kim hazırladı? Hazırlayanların sicilleri ne? Sabıkaları var mı? Şimdi konuyu senin sorduğun yere getirecek olursak sivil toplumun -teknolojiyi de iyi kullandığını, değerlendirdiğini varsaydığımız sivil toplumun- gündemi belirlediği bir yöne doğru gidiyoruz aslında. Ve bundan kaçış yok. Hükümetlerin gündemi bir anda değişiveriyor işte. 15 yaşında bir kız çıkıyor ne yapıyor? Bir gündem belirliyor. Tabii Birleşmiş Milletler’de, Davos’ta konuşma yapmasına kadar veya cuma günleri tüm dünyada liseli gençlerin sokaklara dökülüp iklim değişikliğine dikkat çekme eylemleri yapmasına kadar varan bir hareketle medyatik bir olgu haline dönüşüyor. Ama bunun arkasındaki temel nokta ne? Hesap soruyor, denetliyor, “bak arkandayım” diyor, “yaptıklarını hemen kontrol ediyorum” diyor. Bu mesajları her an veren bir sistematik var. Ama ironi şurada: 7,5 milyar insan var yeryüzünde; bunun 3,6 milyarı günde sadece 1,9 dolarla hayatlarını idame ettirmek durumunda olan ve yarınları olacak mı, olmayacak mı belirsiz olan bir kitle. Ve bu yoksulluğun, bu açlığın, bu sefaletin içinden tabii salgın hastalıklar çıkıyor, savaşlar, gıda krizleri, aklına gelebilecek tüm sorunlar çıkıyor. Öbür tarafa bakıyorsun milyarlarca insan da orada var. Onlar da gereksiz tüketim ve israf içinde…
Bizler o dünyada yer alan insanlarız. Şimdi, terazinin iki ayrı kefesinde doluşmuş olan bu insanlara bütünsel olarak baktığında, bu kefedeki fazlalığın buradaki yokluğa fazlasıyla yetecek bir dünya düzeninden bahsediyoruz. Yani özüne indiğimiz zaman temel sorun ne? Adaletsizlik. Adil olmayan bir dağılım var burada. Gelir dağılımı da böyle, yaşam kalitesinin dağılımı da böyle ve bunun arka planına oturttuğumuz sürdürülebilirlik politikalarının hedefleri de böyle. Şimdi şirketlerin sürdürülebilirlik politikalarına baktığında politikanın kazananı kim olmalıdır diyorsun, şirket olmalıdır diye okuyorsun onu. Oysaki sürdürülebilirlik politikalarının amacı, “bu gezegen kazanan olmalı”. Şirket değil yani, şirket kazanmasa da olur ama önce gezegen kazanmalı.
En azından, mutlaka gezegenin kaybetmeyeceği bir oyun olması gerekiyor.
Dolayısıyla bizim özellikle pandemi sonrasında, önceliklerimiz neye göre sıralanmalı? Önce gezegen sonra doğa, yani kullandığımız hammaddenin yerine konulabilirliğiyle ilgili mesele. Sonra insan. Bak para yok bunların içinde. 130 senede buraya nasıl geldik: Önce para, sonra para, sonra yine para… Şimdi sorunun kaynağını doğru tespit edip doğru bir gelecek tasarımı yapmamız lazım. Bunun baş oyuncusu da tüketim. Eğer gereksiz tüketimi yok etmezsek, azaltmazsak, buna evin içinde başlamazsak ve tükettiklerimizi geridönüşüm anlamında da evin içinde ayrıştıracak biçimde yaşam konforumuzu düzenlemezsek aynı senaryoyu başka felaketlerde tekrar tekrar yaşarız.
1970’li yıllarda gazetelerde ilk ekonomi sayfalarının oluşmaya başladığını söyledin. Daha önce ekonominin böyle bir belirleyiciliği yoktu. Sonra bu sayfalar arttı, gazeteler neredeyse ekonomi odaklı hale geldi. Bu aslında ekonominin hegemonyası, yani her şeyi ekonomi ve kârın belirlediği bir mantığın egemen hale gelmesi anlamına geliyor. Ama aslında ekonomi dediğimiz alan, ekoloji veya ekosistem dediğimiz kümenin bir alt başlığı. Bu şekilde biz kümeleri yanlış tanımlamış oluyoruz. Sanki ekoloji ekonominin içinde bir bölümmüş gibi. Halbuki tam tersi, ekoloji her şeyi, bütün yaşamı var eden şey. Ekonomi ise onun içinde bir faktör, bir alt küme. O yüzden bugün belki medyanın 6-7 sayfasını ekoloji ve ekosistem sorunlarına ayırması, ekonomiyi de onun içinde ele alması gerekir. Önümüzdeki dönemde belki böyle olacak. Ne dersin?
Şimdi nasıl Marmara’daki deniz salyası, Türkiye’nin gündemini bir anda değiştirdi; veya Kazdağları meselesi ya da İkizdere… Dünya kadar örnek var. Bunlar arkasında çok ciddi bir kamuoyu da topluyor. Buradan şuna bakmak lazım: Bizim medyanın ilgisine göre değil, kendi değerlerimizin içindeki değişimi tetikleyecek bir davranış kalıbına kendimizi sokmamız lazım. Burada da etik ve adil ticaret meselesi gündeme geliyor. 90’larda başlayan etik ve adil ticaret alanı, ben en son baktığımda küresel düzeyde 5,5 trilyon dolarlık bir iş hacmine ulaşmıştı. Biraz önce söylediğimi şöyle örnekleyeyim: Diyelim canım çikolata çekti. Bakıyorum rafta bir çikolata 1 euro, öbürü 2 euro ama 2 euronun üstünde etik ticaret logosu var. Bilinçli olarak gidiyorum, 1 euro fazla verip onu alıyorum. Ne yapıyorum aslında, etik ticaret yaptığını kanıtlamayan şirketi cezalandırıyorum. Öbürünü de ödüllendiriyorum. Ama bu davranışta bulunuyor olmamın arka planında biraz önce konuştuğumuz hesap verebilirlikle ilgili değerin bende içselleşmiş olması yatıyor. Neden? Çünkü fazladan para verdiğim şirketin gerçekten etik ticaret şirketi olup olmadığını, etik ticaret sertifikasını nasıl aldığını, o sertifikayı veren kurumun kim olduğu gibi konuları daha önceden kafamda zaten araştırarak çözmüşüm ki o davranışta bulunuyorum.
Şimdi bu etik ve adil ticaret meselesinin ve bunun sosyal girişimcilik alanındaki yansımasının önümüzdeki dönemde çok daha etkili bir şekilde görüleceğini düşünüyorum. Tüketici olarak bizlerin de tercihlerini bu anlamda bu dünyanın kapısından girmiş şirketlerde bulacağımızı varsayıyorum. Çok basit bir nedeni var bunun. Çünkü sosyal girişimci olan kurum ve kuruluşlar derken aslında gezegenin ekolojik sorunları ile ilgili bilgi yüzdeleri normal sıradan vatandaşlara göre bir gıdım daha yukarıda olan ve yaşam tarzlarını da buna göre tasarlamış olan kurumlar ve bu kurumları oluşturan kişilerden söz ediyorum. Biz eğer bir formül arıyorsak buna, medyanın kendisi de buna dahil, bu anlamda dünyanın değerlerine bakmamız lazım. Bu alanın gündemine bakmamız lazım. Bunların neyin peşinde koştuğuna bakmamız lazım. Yani Muhammed Yunus’un mikro kredi ile ilgili yarattığı, çarpan etkisi yüksek bir istihdam. Belki ekolojik anlamda herhangi bir şeyi çözmüyormuş gibi görünüyor ama çok değerli bir kitleyi yoksulluktan kurtarıyor, onurla meslek sahibi olmalarını sağlayan bir statüye taşıyor. Şimdi, Muhammed Yunus’un örneğini, ağaçlandırma, erozyon veya su ile ilgili konularda çarpan etkisi yüksek alanlara taşımak mümkün. O yüzden gözümüzü sosyal girişimcilerin olduğu yerlere dikmemiz lazım. Her bir kanalın National Geographic olmasını elbette bekleyemeyiz ama iyi örnekleri paylaşmak konusunda daha cesaretli, daha yönlendirici olacak; kamuoyunu oluşturacak ve kanaatleri etkileyecek bir tavır içinde olmalarını bekleyebiliriz. Bu, gazeteci olmanın da getirdiği bir sorumluluk aslında…
Biraz önce de söyledin, felaket haberciliği işe yarıyor mu yaramıyor mu konusu da çok önemli bir nokta. Durmadan kötü şeyler oluyor, bunları da göstermek lazım tabii ki. Fakat çevreye yönelik tüm bakışı bunlar üzerinden kurmak, insanları bir çeşit ya nihilist bir tavra ya da görmezden gelme hali davranışına da itebiliyor. Bir yandan da çözüm haberciliği başlığı altında başka bir akım da gelişiyor. “Sorunlarla birlikte çözümleri de mutlaka ortaya koyan bir habercilik yapmalıyız” diyen başka damar var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?
Şimdi bu konuya en güzel örnek, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği. Derneğin sosyal medya paylaşımlarına baktığın zaman aslında geleneksel medyanın o paylaşımlardan çıkartabileceği çok ders var. Çünkü orada bir yaşam tarzı var ve herkes pratikte bir tanesini alıp uygulayabilir. Çok pratik çünkü. Aslında önerilerden sadece bir tanesini yapsak ve yarın öbür gün bizim yaptığımızı 20 kişi 30 kişi yapmaya başlasa, sadece bulunduğumuz çevre anlamında değil, gezegenin bütününde çok önemli değişimlere neden olabiliriz. O paylaşımlardan kanun da yapabilirsin, proje de yapabilirsin, haber de yapabilirsin, dizi de çıkarabilirsin, aklına ne gelirse… O kadar basit çünkü ve arkasında bilimsel bir temel var ve adres belli: “Ekolojik yaşama bir şekliyle dost olmak ve o dostluğu kendimizin bir parçası haline getirmek”. Ben milletvekili olsam mesela bu konuyla ilgili kanun yapmak istesem o paylaşımları alır bakarım, onların içinden neleri birbiriyle ilişkilendirip de arkasını bilimsel raporlarla desteklemem gerektiği konusunu araştırırsam al sana kanun. O paylaşımlardan gerçekten sayısını bilemeyeceğin kadar TV dizisi de çıkabilir. Geleneksel medyanın, hem habercilik anlamında hem yayıncılık anlamındaki rolünün değişmesi gerektiği konusunda hepimiz hemfikiriz. Onları finanse edecek kanalların da bu anlamda iş yapma ve yönetme politikalarını değiştirmeleri veya dönüştürmeleri aslında bu beklediğimiz şeyi hızlandırır, yoğunlaştırır. Ekolojik çevre burada bir numara. Neden? Yaşayacak bir gezegenimiz yoksa zaten gerisi boş, ne yaparsak boş. Ama başkası bir şey yapsın diye de beklememek lazım, önce kendimizden başlamalıyız.
Türkiye’de ilk başta çevre hareketlerinden gelenler şirketlere çok mesafeliydiler ve haklıydılar da; hâlâ da haklılık payımız var ama bütünde olmasa bile, özellikle kurumsal şirketlerde bu konularda giderek bir dönüşüm yaşandığını görüyoruz. Ben bu dönüşümün, ilginç bir şekilde, en az medya kurumlarında olduğunu düşünüyorum. Halbuki onların çalışanlarının bu konuda en az diğer kurumsal şirketlerin çalışanları kadar bilinçli olması gerekir normal koşullarda…
Medya tabii çok özel bir alan. Orada bir sahiplik meselesi var. Şimdi bir fabrika kurabiliriz seninle ya da tarım yatırımına girebiliriz. Oradaki kontratlar belli ama medyada, kamusal bir işten bahsediyoruz. Kamusal bir iş yapma niyeti olmayan bir sahiplikle yönetilen bir medyada zaten çalışanların bu anlamda alabileceği bir sorumluluk veya yapabilecekleri bir şey şok. İşin gazetecilik olmayınca, -patron katından bahsediyorum- orada bir tıkanma söz konusu olur normal olarak. Bir kere gazetecilik ile çarkı döndürmek, parayı kazanmak zor. O zaman değerler çatışması patron katında başlıyor. Sen çalışan olarak istediğin kadar bu değerlere sahip ol ve bunları bir şekilde yaptığın haberlere taşımaya çalış. Sonuçta kurumsal boyuttaki değerler ile senin değerlerinin çatıştığı ve çözemeyeceğin alanların olması şaşırtıcı değil.
O zaman son ve kışkırtıcı bir soru sorayım. Bir medya kuruluşunun sahibinin farklı bir alanda faaliyet göstermesi yasaklanmalı mı?
Burada tercihlerin yasakların önüne geçmesi lazım. Bu işler yasaklarla yönetilebilecek işler değil. Yasağın arkasından dolanıp, işini yine yaparsın. Bu konu, ahlaki tercihlerle ilgili.
Ya da denetlenmeyle ilgili…
Bu da ait olduğun toplumda medyanın nasıl yeşerdiği ile ilgili bir şey. Buradan da şunu anlatmaya çalışıyorum: Medya bir iş değildir, medya kamusal bir sorumluluktur. Sen bu kamusal sorumluluğun içinde bir birey olarak imkanlarını, yani paranı, ilişkilerini, teknolojini kullanmaya karar verebilirsin ama bu senin kamusal sorumluluğunu bireysel “ben daha çok para kazanayım” meselesine dönüştürdüğü anda o iş medya yönetmekten başka bir şeyi yönetmeye doğru kayıyor. Şimdi medyayı bir iş olarak gördüğün sürece medya üstünden yapacağın işlerde ne kazanacağın paradan hayır gelir -ki zaten para kazanmak zaten pek mümkün değil- ne de o ilişkilerin içinden bir hayır doğabilir. Ama medyayı bir kamusal alan olarak gördüğün zaman, birinci sorumluluğun, topluma karşı sorumluluğun oluyor. O zaman ilkeler çalışmaya başlıyor, değerler başka türlü oluşmaya başlıyor… Bu ortamda çalışanların değerleri ile kurumsal değerlerin bir araya getirildiği ve anlamlı sonuçların geleneksel medyanın sorumluluğu şeklinde hayata yansıyabildiği süreçler karşımıza çıkabilir.
Dünyada örnekleri var mı bunun? Var tabii, yok değil ama oralarda da arızalar var. O yüzden itibar sıralamalarında medya, siyasetle beraber listenin en altlarında. İtibarlı olmalarını da kimse beklemiyor zaten. Bir isim vereceğim bu konularla ilgili, takip etmenizi öneririm: Tim Jackson. İki tane önemli kitabı var, tavsiye ediyorum: Bir tanesi Büyümesiz Refah. Avrupa Topluluğu tarafından kendisine sipariş edilmiş bir araştırmanın sonucu olarak ortaya çıkmış olan çok önemli bir kitap. Öbürü de Kapitalizmden Sonra Hayat. İkisi de çok değerli kitaplar. Tim Jackson’ın TED konuşmalarını izlemenizi de tavsiye ederim.