;
Politika

Küresel Adil İyileşme Buluşması ve Türkiye

350.org ekibiyle “Küresel Adil İyileşme Buluşması” sonrası bir araya geldik ve üç gün boyunca dünyanın farklı bölgelerinden 7 binin üzerinde katılımcıyla gerçekleşen etkinlik boyunca neler konuşulduğunu ve Türkiye’nin adil geçişinin nasıl olabileceğini konuştuk.

YAZI: Burcu GENÇ 

Küresel Adil İyileşme Buluşması, 9-11 Nisan’da bizleri uyutmadı. Harika bir program, çok dinamik ve geniş katılımlı çok güzel atölyeler gerçekleştirildi. 350.org’u tebrik ediyorum, ellerinize emeğinize sağlık. Etkinlik sizin için nasıl geçti? Nasıl tepkiler aldınız? Etkinliğin çıktılarından bahsedebilir misiniz? Türkiye’den katılım yoğun muydu?

Bizim için de harika geçti. 196 oturum ve atölye, 70 küsur sanatçı katılımı, 7 binin üzerinde katılımcı… Türkiye’den de toplam 300 civarında kişi katıldı. Perde arkasında müthiş bir koşturmaca ve emek vardı, karşılığını almak hepimizi sevindirdi. Genelde katılımcılar çok iyi tepki verdiler. Komik tepkiler de aldık. Mesela 350.org bunu senelik müzik festivaline dönüştürsün gibi ama işin ciddi tarafında sanıyoruz katılan herkesin böyle bir tazelenmeye, enerji toplamaya ve hedefe odaklanmaya ihtiyacı varmış. Zira pandemiyle birlikte hepimiz zor zamanlardan geçiyoruz ve bir araya gelmelere hasret kalmış durumdaydık. Bu bir araya gelme küresel çapta olunca, dünyanın dört bir yanından etkileşimi görme, hepimize ayrı bir umut, ayrı bir motivasyon verdi. Dünyadan ve Türkiye’den katılan birçok insan, “Program çok güzeldi, peki şimdi ne yapıyoruz” mealinde tepkiler verdiler. Adiliyilesmebulusmasi.org sitesini güncelledik ve insanların destek verebilecekleri mevcut kampanyalarımızı ekledik. Bu enerjiyi şimdi asıl işimize yönlendirmeliyiz. Türkiye özelinde bu adil bir enerji dönüşümü olmalı diye düşünüyoruz.

Benim için en etkileyici oturumlardan bir tanesi karbon nötr konusu üzerine olan oturumdu. Yerli halklara sormadan her yere ağaç dikmeye çalışan “karbon-nötr”cülerin boyutu üzerine çok düşünmemiştim ama korkunç boyutlarda olduğunu ve karbon nötr sözlerinin çoğunun bu tarz projelere dayandırıldığını öğrenmek biraz korkuttu. Sizin için en etkileyici oturum hangisiydi?

Bu soruya cevap vermek hakikaten zor. Sizin de dediğiniz gibi 72 saatlik bir maratondu bu. Bizim katılabildiğimiz oturumlar içinde bir şekilde tatmin etmeyen bir içerik olduysa da hatırlamıyoruz. Biz en çok dijital kampanyacılık, iletişim vs. gibi daha araçsal oturumlardan faydalandık sanıyorum ama bu mesleki deformasyon olabilir. Bir de biraz torpil geçmek olacak ama Türkiye’den aynı zamanda etkinlik ortağı olan Temiz Hava Hakkı Platformu’nun Hindistan’dan Temiz Hava Kolektifi ile ortak gerçekleştirdiği kömür ve hava kirliliği konusunu ele alan oturumunu çok beğendik. Bir de madem torpile başladık, bizzat 350 Türkiye ekibinin hazırladığı “Parata” isimli iklim adaleti üzerine rol oynama oyununu beğendik elbette 🙂

Vanessa Nakate’nin Davos’ta yaşananlarla ilgili konuşması bence çok önemliydi. “Bu konu hakkında konuşmak benim için hâlâ çok zor” diyen Nakate, olayı dün gibi hatırladığını belirtiyor. Çevre hareketinin “beyazlığı” Türkiye’de biraz “kırık beyaza” döndü gibi ancak hâlâ devam ediyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu travmaları nasıl iyileştireceğiz? Bu konu adil bir iyileşmenin dertlerinden biri midir?

Kesinlikle. Bu konu en temelinde iklim adaletinin başlıca konularından birisi diye düşünüyoruz. Sizin biraz önce bahsettiğiniz net sıfır oturumunda ele alınan türden yaklaşımlar tam da bu gibi adaletsizliklere örnek zaten. Üretim süreçlerinden kopmuş zengin tüketim toplumlarının, toprağıyla bütünleşik yaşayan toplulukların geleceği hakkında atıp tutması da bunun bir tezahürü. Bu konu hakkında bir diğer önemli nokta şu: Kriz derinleştikçe, bir yandan mücadelenin büyüdüğüne şahitlik ediyoruz, diğer yandan iklim krizinin tüketim üzerine kurulu sistemimizle bağları daha görünür hale geliyor. İçinde nefes aldığımız sistemik mantığın ana direğinin sömürü üzerine kurulu olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu sömürüde sadece insanın yeryüzü üzerindeki tahakkümünden bahsetmiyoruz aynı şekilde insanın insana tahakkümünden de bahsediyoruz. Kurulan tahakküm ilişkileri adaletsizlikleri, eşitsizlikleri tetiklerken Vanessa’nın da üzerinde durduğu tarihsel olarak yüzleşilmemiş travmaları da derinleştiriyor. Üstelik bu süreç homojen olarak sadece karşısında olduğumuz sistemik mantığın içinde yer almıyor, sisteme içkin durumda olan tahakküm ilişkileri kaçınılmaz olarak sistemi değiştirmek isteyenlerin de kılcal damarlarına kadar işliyor.

Peki ne yapmalı? Elimizde sihirli bir değnek yok ancak bu travmalarla yüzleşilmesi gerektiği aşikâr. Zira anlatmaya çalıştığımız gibi tam da bu travmalara yol açan, gündelik yaşam pratiklerimizde kolaylıkla fark edilmeyen tahakküm ilişkileri bugün yaşadığımız krizlerin de merkezinde yer alıyor. Adil, eşitlikçi bir dünya yaratmak istiyorsak çevre ve iklim hareketlerinde yer alanların sadece karşı çıktıkları yapıyı değil, kendilerini de sürekli sorgulamaları gerekiyor. Unutmayalım ki içinde nefes alıp verdiğimiz sistem hepimizi etkiliyor. “Şu veya bu nedenle bulunduğum yapı içinde avantajlı bir konumda mıyım, bu avantajlı konumum başkalarının önüne geçiyor mu?” gibi filtrelerimizi sürekli çalışır vaziyette tutmak zorundayız. Şayet bu sorulara yanıtımız evetse şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz ve bu sorunu çözecek önlemler almamız gerekiyor. Bu tip adımlar sayesinde daha eşitlikçi bir yapıyı kurabilir, önce “kırık beyazı” daha da kırabilir ve sonunda da tüm renklerle birlikte dönüşebiliriz.

Adil iyileşme hem pandemi hem de iklim krizi ile mücadelenin en önemli yapıtaşlarından. Peki Türkiye’de adil iyileşme tahayyülü nedir?

Türkiye’de karar alıcılar nezdinde gerçek anlamıyla bir adil iyileşme tahayyülü olduğundan ve bu yönde politika geliştirildiğinden bahsetmek oldukça zor. Türkiye, tüm eksikliklerine rağmen bu yönde devam eden Yeşil (Yeni) Düzen gibi küresel tartışmalara ve yeşil bir ekonomik toparlanma üzerine geliştirilen politikalara da maalesef yabancı durumda. Bunun pratik yansıması, küresel gidişatın aksine Türkiye’nin hâlâ bir kömürden çıkış takvimi bulunmaması, aksine kömür yatırımlarına ve teşviklerine devam ediyor olması. Hatırlayalım, pandemide de kömür teşvikleri unutulmadı, 2020’de kömür şirketleri 100 milyon TL teşvikten yararlandılar. Aynı şekilde çevre yatırımlarını tamamlamayan kömürlü termik santrallar çalışmaya devam etti, Adana Sugözü Sahili’nde koruma altında olan yeşil deniz kaplumbağalarının yuvalama alanı üzerinde Hunutlu kömürlü termik santralı inşaatı yükseldi. Yenilenebilir enerji kurulumunda bir artış olmakla birlikte, enerji kooperatifleri önündeki mevzuat engelleri de maalesef devam ediyor. Türkiye yenilenebilir enerji kapasitesini artırırken aynı zamanda kömür kapasitesini de artıran ender ülkelerden. Yenilenebilir artarken fosil yakıt bağımlılığının düşmesi gerekir. Bu sadece iklim hedefleri açısından değil, ekonomik rasyonelliğin de bir gerekliliği. En azından enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak, bu böyle.

Türkiyenin önünde enerji dönüşümünü başlatmak için de önemli fırsatlar var. Meselenin toplumsal tarafından bakacak olursak Ilgın’dan Muğla’ya, Zonguldak’tan Adana’ya gerek kömürün çıkarılmasına gerek yakılmasına ciddi tepkiler var. İklim Haber ve KONDA’nın 2020 içinde yaptığı “Türkiye’de İklim Değişikliği ve Çevre Sorunları Algısı” araştırması da vatandaşların ezici bir çoğunluğunda doğa tahribatına karşı önemli bir hassasiyet olduğunu gözler önüne seriyor.  Bunun yanında TÜİK’in yeni yayımladığı 1990-2019 toplam ve kişi başına düşen seragazı emisyonu verileri 2017’den itibaren emisyonların düşüşte olduğunu gösteriyor, tahmin ediyoruz ki 2020 verilerinde de bu düşüş trendi devam edecek. Türkiye iklim alanında kapsamlı politikalar benimsemediğine göre bu düşüşün sebebi ekonomik daralma. Öte yandan, Türkiye’de bu dönemde kaynak kullanımı adına ekolojik tahribat tavan yaptı. Yani bütün bu doğa sömürüsünün ekonomik olarak da bir geri dönüşü yok. Son olarak unutmamamız gerekiyor ki Türkiye’nin şu anda yeni enerji kapasite ihtiyacı bulunmamakta. Türkiye’nin elektrik santralları gücü Eylül 2020 itibariyle 93 bin MW’ye ulaşmış durumda. Kayıtlara geçmiş en yüksek talep ise 47 bin 660 MW ile 2017’de yaşandı. Bu kurulu güçle Türkiye’nin kısa vadede bir elektrik sıkıntısı sorunu yaşamayacağı aşikâr. Türkiye’nin ihtiyacı aslında tüm dünyadaki yapısal dönüşüm ihtiyacıyla örtüşüyor: Elektrifikasyon,  yenilenebilir enerji sistemleri ve değişken enerji üretimine uygun şebeke altyapısının kurulması. Bu yapılırsa Türkiye hem iklim krizinin gerektirdiği tepkiyi verme yolunda çok önemli bir adım atacak hem de enerjide dışa bağımlılık konusunda sırtındaki büyük kamburdan kurtulacaktır. Elbette bu çok kapsamlı bir dönüşüm. Fakat şu da var; bugüne kadar fosil yakıtlara aktarılan kamu ve özel kaynakların kesilmesi ve gerekli dönüşüme aktarılması ile başlanabilir. Mesele “un var; şeker var; helva yapsana”ya geliyor.

Toplum adım atılmasına hazır, eldeki veriler ve küresel gidişat da bu yönde adımları teşvik eder nitelikte. Tam da burada bizlere düşen sağlıklı, yaşanabilir bir Türkiye ve yeryüzü için adil iyileşme taleplerimiz etrafında bir araya gelmek, taleplerimizi daha yüksek sesle söylemek. Bu çerçevede başlangıç için ilk adım Paris İklim Anlaşması’nı onaylamak olabilir. Unutmamak gerekiyor ki anlaşmayla Türkiye’ye dayatılan bir şey yok. Aksine Anlaşma çerçevesinde sunacağımız Ulusal Katkı Beyanının içini biz dolduruyoruz. Halen geçerli olan ve günümüz iklim krizi gerçeğiyle uyuşmayan Ulusal Katkı Beyanı’mızın da güncellenmesi sonraki adımlarda tabii ki elzem. Tüm bunlar hem iktisadi olarak Türkiye’nin önüne yeni fırsatlar getirecektir hem de Türkiye, enerji dönüşümündeki yüksek potansiyelini kullanabilecek adımları hızlandıracaktır.

Bir de Zonguldak sorusu canlanıyor benim aklımda. Zonguldak’ın kömüre bağımlılığı düşünülünce bölgesel, dar alanda çalışma yapılmalı sanırım. Türkiye’de adil geçiş ile ilgili bölgesel çalışmalar var mı? Buna dair bir bölgesel çalışma yapacak mısınız?

Zonguldak önemli bir örnek. Bölgede kömürün rolü ilginç. Bir yandan kömür tarihsel olarak birçok maden çalışanı ve aileleri için iş ve aş kaynağı olmuş. Öte yandan, bölgede kömürlü termik santrallara yönelik ciddi bir tepki var. Adil geçiş-adil dönüşüm derken aslında tam da bu tür alanlar kastediliyor. Her bölgenin kendi dinamikleriyle, kendi tecrübe ve yeteneklerini kullanarak adil geçiş için harita ve yollar oluşturması daha doğru. Yani bölgesel çalışmaların o bölgenin insanlarının katkısıyla yapılması gerekir.

İkinci mesele ise geçişin niteliği ile ilgili. Adil geçiş derken çoğu zaman kırmızı elmadan yeşil elmaya geçmediğimizi unutmamamız gerekiyor. Bu metaforu sürdürerek ilerlersek çoğu zaman elmadan armuda, hatta cevize geçiyoruz. Yani aslında fosil yakıt sektörlerinde çalışan insanların büyük kısmı farklı beceriler gerektiren işkollarına geçmek durumunda kalacaklar. İşte bu dönüşümün bölgesel yönetimi bu sebeple önemli: O bölgenin insanlarının neyin katma değer yarattığına ilişkin temel bilgisi çoğu zaman tepeden inme yönlendirmelere göre daha güvenilir. Zonguldak bu bakımdan önemli çünkü bölgesel olarak farklı bir tahayyül kurabilecek kurumları ve birikimi var. Elbette bu yapılırken faydalanılması gereken merkezi destek mekanizmaları olmalı. Maalesef bu bizim için büyük bir zaaf. Çünkü her şeyden önce gerekli dönüşüme kaynak ayıramaz hale gelmiş durumdayız. Ancak, burada da çaresiz değiliz. Bir defa fosil yakıtlara verilen doğrudan ve dolaylı desteklerin bir an önce azaltılması, bu yapılırken bu desteklerden fayda sağlayan küçük üreticilerin korunması dahil olmak üzere, adımlar atılması gerekiyor. Buradan elde edilecek kaynağın ise bir an önce Türkiye’nin en büyük gider kapılarından biri olan fosil yakıt ithalatını azaltacak dönüşüme aktarılması gerekiyor. Bu getirisi çığ gibi büyüyecek verimli bir döngü. Sadece biraz cesaret ve öngörü gerekiyor.

Buluşma sırasında adil iyileşmenin nasıl olması gerektiğiyle ilgili birçok örnekten ve öneriden bahsedildi. Bunları göz önüne alırsanız Türkiye, kömüre olan bağımlılığı itibarıyla hangi adil geçiş örneğini göz önünde bulundurabilir?

Daha önce de söylediğimiz gibi tek bir örnek yok. Bugünlerde Amerika Birleşik Devletleri’nin elektrik üretiminde kömürün payını 15 senede %50’lerden %20’lere düşürmesinden çok bahsediliyor mesela; ancak, baktığımız zaman bu çok da taklit etmek istemeyeceğimiz bir örnek çünkü kömür gidiyor ama büyük ölçüde fosil gazı geliyor. Böyle bir geçişin adil olduğunu söyleyemeyiz, hele kömür sektöründe çalışanların nasıl mağdur edildiğini göz önüne alırsak. Avrupa Birliği içinde Polonya’nın kömürden çıkışı için şartlı verilecek kömürden çıkış teşvikleri epey önemli olabilir. Keşke bu mekanizmalardan Türkiye de faydalanabilseydi. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecine ilişkin fantastik hayallerimiz maalesef yok ama en azından ortaklık ilişkisi içinde Türkiye’nin enerji dönüşümünü destekleyecek mekanizmalara dahil edilmesi yaratıcı ve iki tarafa da fayda sağlayacak bir girişim olabilirdi.  Bir sonraki bütçe dönemine kadar o tren kaçmış gözüküyor.

Daha önce dediğimiz gibi Türkiye’nin enerji dönüşümü bugüne kadar hasbelkader gitti. Bu dönüşümün ne kadar adil olduğu başka bir tartışma ancak özellikle yenilenebilir enerjide son iki yılda kıpırdanma var. Türkiye’nin yapması gereken en önemli şey, yeşil işlerde çalışabilecek işgücünü oluşturmak. Bugün yenilenebilir enerji sistemleri ölçeklendirilse gerekli işgücü var mı sorusuna evet demek çok zor. İkinci olarak ise özellikle kömür bölgelerinde yerel şartların gözetilerek bölge halkı tarafından alternatiflerin geliştirilmesine olanak sağlanması. Bir önceki sorunun yanıtına göz kırpacak olursak, merkezin yerel üzerinde bir proje üretmesinden ziyade yerelin kendi dinamikleriyle, kendi sesiyle dönüşümde asli unsur olması gerekiyor. Merkezin burada rolü, bu asli unsuru destekleyecek mekanizmaları kurması olmalı. Zira adil bir enerji dönüşümü ancak ve ancak yerel katılımcı mekanizmaların kurulmasıyla mümkün.