12 Kasım’da Amerika’da yayınlanan “A Planet to Win: Why We Need A Green New Deal” kitabının yazarlarından UPenn Sosyoloji Departmanı öğretim görevlisi Daniel Aldana Cohen ile Tempe, Arizona’da katıldığı “The Green New Deal and the Future of Work in America” sempozyumu sırasında bir araya gelip kitabı hakkında konuştuk.
Röportaj: Emre Uzundağ
İklim değişikliği ile mücadelede Polanyi’nin “Çifte Hareket” (Double Movement) kavramı içerisinde tanımladığı radikal bir sistem değişikliğini savunuyorsunuz. İklim değişikliği ile mücadelede yol haritamız ne olmalı?
Teşekkürler, Karl Polanyi ile aynı cümlede yer almak onur verici. Polanyi’nin “çifte hareket” düşüncesini şu şekilde okuyorum: Piyasa güçleri toplumsal ilişkilerin özünü derinden etkileyecek kadar güçlendiğinde, daha organik bir toplumsal yaşam şeklini yeniden hakim kılacak bir reaksiyon gösteriyoruz. Polanyi’nin konsepti biraz muğlaktır ama çifte hareket fikri, piyasa köktenciliğinin çok ileri gittiğini savunan Bernie Sanders veya Elizabeth Warren gibilerin Amerika’daki popülerliğini anlamamıza yardımcı oluyor. Yeşil Yeni Düzen’in karşı karşıya bulunduğu zorluk ve sahip olduğu fırsat, karbonsuzlaşmak için yeni ve güçlü sosyal güvence politikalarına ihtiyacımız olduğudur. Karbonsuzlaşma hedefine en kısa sürede ulaşmamız gerekiyor. Tarihsel olarak doğaya en fazla karbon salımını gerçekleştirmiş Birleşik Devletler’in karbon salımını azaltmada küresel ölçekte bir sorumluluğu vardır ve öncü olmak zorundadır. Ancak Birleşik Devletler, iklim değişikliğiyle mücadelede küresel sahneye tekrar dönüp diğer ülkelere ne yapacaklarını söylemeden önce, bu konuda ciddi olduğunu göstermek zorundayız. Polanyi’nin doğaya yabancılaşma konusunda ilginç fikirleri var ama esasında karbonsuzlaşmak için teknik ve teknolojik olarak en sofistike yöntemleri seçip onları, eşitlik ve piyasanın parçaladığı ilişkileri kurtarma eksenindeki toplumsal gündemle birleştirmeliyiz. Daha fazla dayanışma, daha fazla toplumsal ilişki fikri eski; yeni olan, bu projeyi karbonsuzlaşmaya ivedilikle ulaşma hedefiyle birleştirme fikri. Kendi yol haritamızı kendimiz çizmeliyiz çünkü elimizde bir yol haritası yok.
İnsanların et tüketimlerini ve uçakla seyahatlerini azaltmaya teşvik edildikleri iklim değişikliğiyle bireysel mücadele söylemi kolektif, siyasi ve toplumsal söylemi yaralıyor mu? Bu söylem, içinde bireysel eylemlerin yol açtığı ahlaki tatmini de barındıran sahte bir ilerleme hissi yaratıyor mu?
Bu, harika ve zekice kurgulanmış bir soru çünkü bir bireyin yapabileceği en kayda değer şey, gerçekten daha az et tüketmek ve uçakla daha az seyahat etmektir. Bu anlamda bunların konuşulması makuldür. Biz kitapta dikkatleri sistemin değiştirilmesine çekmek istedik. Büyük oranda ve çabucak karbonsuzlaşmayı sağlayacak şey, sistem değişikliğidir. Bu amaca tek tek bireylerin yaşam tarzlarını değiştirmeleriyle asla ulaşamayız. Bununla beraber tüketim politikalarına saldırmak gibi bir niyetim yok çünkü bizim bahsettiğimiz sistem değişikliğinin koşullarından biri, bu gibi bireysel değişimlerin gerçekleştirilmesidir. Benim bahsettiğim sistem değişikliğinde er ya da geç fabrika çiftçiliğini yasaklayacaksınız, ki bu da artık 2 dolarlık biftek tüketemeyeceksiniz demektir. Bu sistem değişikliğinde otobüsle ve trenle toplu taşımada daha iyi hizmet alacağız. Uzun mesafe uçak yolculuğu daha pahalı ve daha az olacak. Davranışsal değişiklikler yapmamız gerekiyor ama bunun üstünde durmayı sevmiyorum. Diğer yandan bireysel değişim fikrini de şeytanlaştırmak istemiyorum çünkü günün sonunda sistem değişikliğine olanak sağlayacak şey bireysel değişim olacaktır. Bireysel tüketim politikalarına odaklanmamalıyız ama onu şeytanlaştırmamamız da gerektiğini düşünüyorum. Enerji sektörüne ve kolektif değişime odaklanmalıyız. Sistem değişikliğini sağlamaları için bireylerin ahlaki ve kültürel donanımlara sahip olduğundan emin olmalıyız.
İnsanların politik eylemlere geçmediği veya geçemediği, bireysel değişime teşvik edildiği coğrafyalarda bunun ne gibi etkileri olacaktır?
Türkiye’ye hiç gitmedim ve ülkeniz hakkında hiçbir fikrim yok. Ama ailemin bir kısmı Brezilya’da yaşıyor ve annem Guatemalalı. Latin Amerika’da çok fazla zaman geçirdim. Özellikle Brezilya’da olmak üzere çevreciler, hayat biçimi politikalarını merkeze koydukları birçok coğrafyada sınıf fikrine karşı kördür. Bu, zararlı bir şeye dönüşebilir çünkü varsayalım Brezilya’da refah içinde yaşayan bir beyaz vegansınız ve her yere bisikletle gidiyorsunuz. İşçi sınıfı bunları yapmadığında öfkeleniyorsunuz. Bu öfkeden daha kötüsü değişimin orta/orta-üst sınıftan başlayıp tabana yayılacağına inanılan modeldir. São Paulo’nun neo-liberal bir belediye başkanı vardı. Şehirde bisiklet yollarını artırmak için belediyede bisiklet ulaşımından sorumlu kadınla konuşmuştum. Bana şöyle demişti: “Daniel, bisiklet kullanımının büyük oranda şehrin çeperlerindeki işçi sınıfı mahallelerinde olduğunu biliyorum ama değişimin orta sınıfla başlayacağına inanıyoruz. Bu yüzden bisiklet yollarını önce şehir merkezinde orta sınıfın kullanacağı şekilde artırıp daha sonra çeperlere doğru uzatacağız”. Bu korkunç bir model. İşin asıl kötü yanı, daha eğitimli üst-orta sınıfın her zaman toplumun doğal liderleri olmasıdır.
Kitapta bahsettiğiniz PG&E (Pacific Gas and Electric Company) ve Kaliforniya yangınlarına farklı bir pencereden bakmak istiyorum. Amerika’daki ırk ayrımı ve ifade özgürlüğü konularındaki duruşuyla tanınan basketbol yıldızı LeBron James, Kaliforniya’daki yangınlarda evini boşaltmak zorunda kalmasına rağmen meseleye dikkat çekecek hiçbir açıklama yapmadı. LeBron gibi toplumsal meseleler hakkında daima sesini çıkaran önemli bir figürün PG&E hakkında konuşması ya da konuşmaması ne anlama geliyor?
Bir tarafta Cardi B ve Killer Mike gibi Bernie Sanders’ın Yeşil Yeni Düzen politikalarını destekleyen siyah müzisyenler var; diğer tarafta da bunu yapmayan LeBron var. İklim mücadelesinde yüksek profilli elçilerin olması her zaman iyidir. Kaliforniya’da ekonomik sorunları, ırk sorunlarını, enerji ve iklim sorunlarını birbirine bağlayan güçlü bir iklim adaleti hareketi var. Orada yaptıkları zemin çalışması o kadar sağlam ki, birkaç yıl sonra LeBron’ın Yeşil Yeni Düzen savunucu olması beni şaşırtmaz. Ünlüler, servetlerini artırma ihtimali varsa progresif görünürler. Ancak servet kaygıları bittiğinde ise kendilerini gerçekten bir davaya adayabilirler. Bunun için LeBron’u eleştirecek değilim. Kitapta PG&E’nin orman yangınları sırasında enerji sağlama bakımından zenginlere yaptığı ayrıcalığın bir apartheid olduğunu söylüyoruz. Evet, LeBron evini terk etmek zorunda kaldı ama çok da uzağa gitmesine gerek kalmadı. Zenginlerin mahvolsalar da esasında hayatta kaldıkları ama yoksulların geri dönülmez zararlarla karşılaştıkları bir döneme doğru gidiyoruz. Kitapta bunu ayrıntılarıyla anlatıyoruz. İklim değişikliğinin bir yere gitmeye niyeti yok. Bu yüzden aslında geçen yılın sorunlarıyla ilgili yazdığımız kitap artık gelecek yılın sorunlarıyla da ilgili yazılmış demektir.
Kitabınızın bir başka ana konusu da sosyal konutlar. Her yerde uygun maliyetli toplumsal konutlar inşa edilmesini savunuyorsunuz. Ancak Amerika’nın hafızasında Pruitt-Igoe gibi kötü örnekler yatıyor. Pruitt-Igoe deneyiminden alınması gereken dersler nelerdir?
Bu karmaşık bir soru ama basit tutmaya çalışalım. 1930’larda Yeni Düzen’in (New Deal) sosyal konutlar projeleri üzerine iki yaklaşımı vardı. İlk düşünce, sizin Avrupa’da ya da kitapta örnek verdiğimiz Viyana’da veya İsviçre’de olduğu gibi uygun maliyetli konutların kamu tarafından fonlanıp mümkün olan en kaliteli malzemelerden yapılmasıydı. New York’ta, Viyana’daki yapılara öykünen Amalgamated gibi bir örnek ortaya çıktı. New York’ta, Avrupa’daki en işlevsel örneklerine benzeyen sosyal konutlara model oluşturabilecek sosyalist ve kooperatif sosyal konutlar mevcuttu. İkinci fikir ise daha muhafazakar bir düşünceydi. Sosyal konutlar, toplumun en yoksul kesimine sunulan bir “son duraktı”. Bu kesim, orta sınıfa dahil olana dek bu konutlarda yaşayacak ve sınıf atladığı anda oradan ayrılacaktı. Kazanan ikinci fikir oldu. Sonuç olarak Amerika’da görece daha düşük kalitede, yoğunlaştırılmış ve yatay mimariye sahip bir sosyal konut yapısıyla baş başa kaldık. Sosyal konutların son durak olarak görülmesi, siyaseten görmezden gelinmelerine neden olduğu gibi o konutlara ve konutların inşa edildiği bölgelere yatırım yapılmamasına da neden oldu. İşte bu yaklaşım, bizi Pruitt-Igoe gibi bir deneyime götürdü. Pruitt-Igoe’da konut kalitesi kötü değildi. Bu konutlar korunsaydı ve bakımlarına düzgün bir bütçe ayrılsaydı sonu böyle olmazdı. Aslında bugün Amerika’nın her yerinde gördüğümüz, Şikago’daki Cabrini/Green örneğinde de yaşadığımız son yaşanmazdı. New York’ta NYCHA’ya baktığınızda NYCHA sakinleri oradan ayrılmak istemiyor, şehir yönetiminin konutları iyileştirmesini talep ediyor. Diğer bir nokta ise, şehir tasarımının çoğu zaman bir park etrafında şekillenmesidir. Mimarlar oturdukları yerden adına sokak dedikleri bir çizgi çekerek şehri bölüyorlar ve arkasından yüksek yoğunlaşma ve düşük yoğunlaşmanın bir arada görüldüğü melez konut yapıları karşınıza çıkıyor. Bunu yapmak çok kolay. Birçok Amerikalının sosyal konutları başarısız bir deneme olarak hatırlamalarının siyasi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu doğru değil. Bugün Amerikalıların büyük bir kısmı sosyal konutların yeşil teknolojiye dönüştürülmesine ve iyileştirilmesine evet diyor. Diyebilirsiniz ki, demokratların büyük bir kısmı buna iyi bir fikir, cumhuriyetçilerin büyük bir kısmı paranın çarçur edilmesi diyor. Evet ama büyük çoğunluk bu fikre evet diyor. İşe, bu anlatımı düzelterek başlamalıyız ama bu sırada ileriye yönelik adımlar da atabiliriz.
Toplumsal konutlar bugün dünyanın her yerinde bir trend halinde seyreden gentrification (soylulaştırma) yönelimine bir cevap, bir alternatif midir?
Evet. Toplumsal konutlar, toplumsal lükslerin mabedi olmalı. Ülkenin en iyi mimarları bu yapıları yapmak için birbirleriyle yarışmalı. Bu, Fransa’da gerçekleşti. Viyana’da gerçekleşti. Amerika’da da gerçekleşmeli. New York’ta bu yönde adımlar atılıyor. Bunun nedeni, uzun vadeli maliyetler düşünüldüğünde azami derecede düşük enerji kullanan ve verimli, uygun maliyetli konutları yapmanın daha verimli olması. Bu, maliyetleri karşılayanlar için uzun vadede en ucuz yöntem. Tabii bu sırada güzel konutlar da inşa etmiş oluyorsunuz. Bu anlamda toplumsal konutlar son durak değil, bir toplumsal tesistir. Peki toplumsal konutlar, soylulaştırmayla nasıl mücadele ediyor? Karbonsuzlaşmak için konut yoğunlaşması gerekir. Şu anda Amerika’da konut yoğunlaşması, fiyatların artması demektir. Amerika’da bir muhite toplu taşıma götürdüğünüzde konut fiyatları artıyor ve yoksullar yerlerinden ediliyor. Emlak şirketleri muhitlerin yürünebilirliğini size istatistiksel olarak sunarlar. Mesela bu şirketlerden biri olan Zillow, yakın bir süre önce telefon uygulamasından bu özelliği kaldırdı. Sonuç olarak konut yoğunlaşmasını demokratikleştirmemiz gerekiyor. Bunun için de şu an piyasada yer almayan bir konut tedarik zinciri formu yaratmamız gerekiyor. Kiraların denetlenmesi gerekiyor. Bu sayede insanlar, muhitlerinin iyileştirilmesi ve konut yoğunlaştırılması sırasında yerlerinden edilmemiş olur. Bu şehir tasarısının temeline çekici, eğlenceli, yaşanabilir ve uygun konut yoğunlaşmasını nasıl gerçekleştirebileceğimizi yerleştirmeliyiz. Bunlar, şu an konut piyasasının düzenlendiği temellere aykırı fikirler.
Siz de Viyana’ya gidip gördüğünüz için biliyorsunuzdur; Viyana’da konutlar yaşanabilir, keyfine varılabilir konutlardır. Sokakları, New York’ta olduğu gibi insan kabalığına ve şiddetine sahip değildir çünkü şehrin hemen hemen her yerinde uygun maliyetli konutlar bulabilirsiniz. Kızıl Viyana’da toplumsal konutlara özellikle posta kodu atanmazdı ki, insanların nerede oturduklarını yalnızca yaşadıkları konutlar üzerinden tespit edebilesiniz. Bu, bir anlamda tüm bir muhiti kaplayan, parkı olmayan, sokakta sosyal yaşamı olmayan ve tamamen tecritte Pruitt-Igoe veya Cabrini’den çok da farklı bir uygulama değildi. Bizim hedeflediğimiz toplumsal konutlar, çevresindeki konutlardan ayırt edilemeyecek güzellikte ve birbiriyle iç içe geçmiş tesisler şeklinde tasarlanmış, kendi sosyal yaşamı ve eğlence hayatı olan konutlardır.
Yeşil Yeni Düzen’in sunduğu her fikri sosyalist bir düşünce olarak düşmanca karşılayan birini nasıl ikna edebilirsiniz?
Amerika’da siyasi sağın kendini ideolojiler üzerinden okuduğu yönünde birçok araştırma var. Sol ise kendini ideoloji karşıtı ve tamamen pragmatik olarak okuyor. Bu, Soğuk Savaş’tan kalmış bir alışkanlık da olabilir. 2016’da Bernie Sanders’ın başkanlık adaylığı sırasında ona destek verenler, hikayelerini felsefe ve siyaset bilimi terimleriyle anlatmaya, kendilerine sosyalist demeye başladılar. Şu an halk, iş garantisi politikalarına, Herkes İçin Sağlık Sigortası’na (Medicare for All), yeşil yatırıma, temiz enerji ve %100 yenilenebilir enerji politikalarına güçlü biçimde destek veriyor. Ancak sosyalizm kelimesi aldığı destek %50’de bile değil. Cumhuriyetçiler, ne olursa olsun yaptıklarımıza “sosyalistçe” diyecekler. Obama’ya sosyalist dediler. Radikal bir Yeşil Yeni Düzen’den yana olan bu kitabın yazarı bizler için, bizi Yeşil Yeni Düzen’i savunmaya iten şey sosyalizm değil, krizin ta kendisidir. Uygun maliyetli konut yok, hak ettiğinizi düşündüğünüz işler mevcut değil, sağlık sigortanız yok… Kirlenmiş bir çevrede yaşıyoruz… Bir şeyler yapmamız gereken, her geçen gün artan ve şiddetlenen doğal afetler yaşıyoruz… Başkan Franklin Roosevelt, 30’larda daha egalitaryen bir modeli seçti. Devlet her şeye daha fazla destek verdi. Benim kitapta savunduğum model, bir resesyonun yaklaşmakta olduğunu varsayıyor. Devlet, bu resesyondan çıkmak için daha fazla harcama yapmak zorunda kalacak. Eğer Beyaz Saray’da progresif bir yönetim, sokaklarda progresif kalabalıklar olursa bu resesyonda yeşil harcamalar ve yatırımlar yapılır. Böylece insanlar, devletin kaliteli hizmet verebileceğini görmüş olur. Şu an Amerika’daki postaneleri düşünün, hapishaneleri düşünün… İnsanların gözünde devlet doğru düzgün hizmet veremeyen bir yapı. Önümüzdeki en büyük sorun, kamusal harcamaların ve yatırımların kaliteli hizmetle özdeşleştirilmesidir. Kitapta, ne pahasına olursa olsun sosyalist olalım iddiasında değilim. Sadece 2020’lerde medeniyetin çöküşünün önüne geçmek adına kamusal harcamaların ve yatırımların artmasını savunuyorum. “Özel sektör yatırımlarının daha da azalmasını mı” yoksa “yeniden başlamayı mı” istiyoruz tartışmasını bundan sonra yaparız. Şu an İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi önümüzde acil bir durum var, kamu sektörünü olabildiğince hızlı biçimde harekete geçirmeliyiz. Felsefi tartışmalarımıza bu acil durumu atlattıktan sonra devam edebiliriz. Umarım bu sırada kazanan biz oluruz, sosyalist temellere dayalı egalitaryen, gerçek anlamda demokratik bir ekonomiye kavuşuruz. Sosyalizmin, liberalizmin en iyi hayat bulduğu damar olduğuna inanıyoruz çünkü liberalizm, herkesin bir katkı sunmasını ve özgür olmasını savunur. Buna katılıyoruz. Ama bunun, aşırı derecede zengin bir grup insanın yönettiği bir ekonomiyle mümkün olmayacağına inanıyoruz. Ekonomide bir despotluk yaşanıyor ve ekonomik despotluğun, siyasi özgürlüğe yapılmış en iyi övgü olmadığı da malum. İklim değişikliği bizi, birtakım mutlakiyetçilikleri terk etmeye ve pragmatik davranmaya zorluyor. Şu an pragmatik olan ise kamusal yatırımların ve harcamaların muazzam oranda artırılması ve yapacağımız değişikliklerden herkesin yararlanmasını sağlayacak geniş bir koalisyonun kurulmasıdır.