İklim baskısını hemen ortadan kaldıramayacağımızı söyleyen Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Deniz Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Barış Salihoğlu, biyoçeşitliliği ve ekosistemi güçlendirmek için kirlilik ve avcılık gibi diğer baskıları azaltırken koruma bölgelerini bir an önce artırmayı öneriyor.
Yazı: Bulut BAGATIR
Türkiye’nin denizlerinin genel olarak durumunu, su kalitesi, biyoçeşitlilik ve ekosistem dayanıklılığı açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Akdeniz’den başlayacak olursak Akdeniz diğer denizlerden sıcaklık olarak oldukça farklı. Hem sıcaklığı hem de tuzluluğu yüksek olan bir deniz. Doğu Akdeniz Bölgesi, İskenderun Körfezi, Mersin Körfezi ve Fethiye civarları en fazla insan baskısını hisseden bölgeler ve aynı zamanda Akdeniz’deki maalesef en kirli bölgeler. Örneğin İskenderun Körfezi’ndeki su kalitesini kötü olarak sınıflandırıyoruz.
Bu kadar kirlilikten ve insan baskısından benzer şekilde biyoçeşitlilik ve ekosistem dayanıklılığı da etkilenmiş durumda. Antalya’ya doğru da bu baskılar uzanıyor. Özellikle kıyısal yapılaşma ve avcılık-balıkçılık ile biyoçeşitlilik ve ekosistem dayanıklılığı bozulmuş halde. Elbette, iklim değişiminin etkileri de bu bölgelerde çok yüksek. Bizim kıyılarımızda doğuya doğru gittikçe, su sıcaklıklarında, dünya ortalamalarının üstünde 2 dereceye yakın artışlar olduğunu görüyoruz. Akdeniz Havzası gerçekten iklim değişiminden en fazla nasibini alan dünyadaki bölgelerin başında geliyor. Bu da denizlere yansımış durumda. Doğu Akdeniz’e gittiğinizde, Mersin Körfezi’nde 2 derecenin üzerinde artışlar görüyorsunuz. Bu da denizdeki fiziksel yapının değişmesine sebep oluyor. Artık biyoçeşitliliğe tek başına bakmıyoruz. Ekosistemin dışarıdan gelen baskılara olan direnci, yani ekosistem dayanıklılığı açısından da beraber değerlendiriyoruz. Böyle değerlendirdiğimizde bu bölgelerde gidişatın çok iyi olmadığını görüyoruz. Batıya gittikçe su kalitesinde bir düzelme görüyoruz ama bu düzelmenin ana sebebi de oraya giren kirliliğin az olmasından değil, denizin fiziksel yapısından. Zaten oradaki su sıcaklıklarından da bunu anlayabilirsiniz. Örneğin Ege’de su soğuktur. Bunun sebebi de derindeki sular yüzeye çıkar, yüzeydeki kirli suyu açığa iter. Ama buna güvenmemek lazım. Buralardaki insan baskısı da çok yüksek. Fethiye Körfezi’ni de atlamayalım. Fethiye Körfezi neredeyse Mersin Körfezi’nden sonra Akdeniz’deki en kirli bölgelerden biri. Orada da özellikle yat turizminin baskısı yüksek. Marmara’ya geçecek olursak Marmara en hassas denizimiz. Marmara’da bir müsilaj olayı yaşadık. Bunun ana sebebi Marmara’daki kirlilik. Marmara su kalitesi yönünden şu anda en kirli denizimiz durumunda. Kirlilik artık o kadar artmış ki oksijen seviyeleri 25 metrenin altında, oksijenli yaşama müsaade etmiyor. Bu, 25 metrenin altında biyoçeşitlilik diye bir şey kalmamış demek ve ilk kez görüyoruz. Tamamen değişmiş, ekosistem oldukça zayıf, dayanıklılık diye bir şey yok. Ancak yüzeydeki oksijenli tabakaya sıkışmış bir biyoçeşitlilikten bahsedebiliriz ki bu da ciddi bir balıkçılık baskısı altında. Yanı sıra yapılaşmanın ve iklim değişikliğinin yol açtığı baskılar da mevcut. Öyle bir kirlilik girdisi var ki müsilajın ortaya çıktığı döneme benzer, ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Zaten körfezlerde durum daha da trajik. Örneğin, İzmit ve Bandırma Körfezleri’nde oksijen seviyelerinin sıfırlandığını görüyoruz. Bir de endüstrinin hem kirlilik baskısı hem de deniz suyunu soğutma suyu olarak kullanması ek bir sıcaklık artışına neden oluyor. Bizlerin de verdiği görüşler doğrultusunda Marmara koruma bölgesi ilan edildi ve Marmara Denizi Eylem Planı ortaya kondu. Bu çok memnuniyet verici. Gemimiz Marmara’da ölçüm yapıyor. Çevre Bakanlığı için Marmara Denizi’nin dijital ikizini oluşturuyoruz. Çeşitli çözüm önerilerini ortaya koyuyoruz ama çok daha fazla gözlem ve modelleme çalışmasının yapılması gerekiyor.
Karadeniz ise çok kendine özgü bir deniz. Ciddi bir kirlilik baskısı altında, özellikle Tuna Nehri çok uzun yıllar Karadeniz’i kirletti. Tuna Nehri artık kontrol altına alınmış durumda. Ama Karadeniz’e giren kirlilik baskısı sadece oradan gelmiyor. Yaptığımız çalışmalarda özellikle bu kirlilik baskısının azaltılmasına yönelik öncelikler belirliyoruz. İklim değişimi Karadeniz’de çok önemli bir etken. Karadeniz’in fiziksel yapısını değiştiriyor. Bu değişiklikler yüzünden Karadeniz’deki derin oksijensiz suların yüzeye yaklaşması söz konusu. Ve bu Karadeniz için tehlike çanlarının çalması demek. Karadeniz’in oksijensiz bir deniz olduğunu da söylemek lazım. Su kalitesi kapalı bir deniz olması nedeniyle biraz düşük. Biyoçeşitliliği de kırılgan. Zaten Karadeniz farklı dönemlerde birçok değişim geçirdi. 40 yıl önce kirlilikteki ciddi artış ve balıkçılıktaki baskı buradaki yunus gibi türlerin azalmasına yol açtı. Daha sonra sıcaklık artışlarıyla birlikte istilacı türler baskın çıkmaya başladı. Avcı balıklar dediğimiz hamsiden daha büyük olan balıkların biyokütleleri oldukça az. Hamsinin ve denizanasının baskın olduğu bir denize dönüşmüş durumda. Bir an önce burada da koruma alanlarının oluşturulması, balıkçılık baskısının azaltılması, balıkçılığın tüm denizlerimizde ekosisteme dayalı yapılması gerekiyor. Bütün türleri dikkate alan bir balıkçılık yönetiminegeçilmeli. Hatta artık alternatif protein kaynaklarına yönelmemiz gerekiyor. Bitkisel temelli protein kaynakları öne çıkarılmalı. Çünkü gerek karadaki gerek denizdeki ekosistemler bu kadar hayvan bazlı tüketimi artık kaldıracak durumda değil.
Denizlerin ısınmasına değindiniz ancak biraz daha açmak isterim. Daha kapsamlı bir çerçevede ısınma Türkiye’yi çevreleyen denizlerin biyoçeşitliliği için ne anlama geliyor?
Denizlerimiz dünya ortalamalarının üstünde ısınıyor. Bu da tabii ki denizlerimizdeki türlerin de değişmesine sebep veriyor. Buna nasıl sebep veriyor? Oraya özgü olan türler bazen bu sıcaklık seviyelerine adapte olamıyor. Bir de küresel ısınma sadece denizlerin sıcaklığının artmasına değil, aynı zamanda denizlerin asitliğinin de artmasına sebep oluyor. Dolayısıyla hem denizlerin asit seviyesinin yükselmesi hem de sıcaklıkların yükselmesi artık bazı türler için oraları yaşanamaz hale getiriyor. Özellikle fırsatçı türler dediğimiz türlere de yer açıyor. Akdeniz’e Kızıldeniz’den gelen türler genelde bu tür. Bizim kıyılarımızda da neredeyse artık bu balıkların yarısı istilacı türlerden oluşuyor. Oranın ekonomik türleri haline geliyor. Giderek de Ege’ye, Marmara’ya ve Karadeniz’e doğru yayılıyor. İstilacı türler sadece balık da değil. Daha mikroskobik, örneğin fitoplankton, zooplankton dediğimiz türler içinde de istilacı türler var ve sıcaklık artışları bunları destekliyor. Çünkü bunlar aşınmış ekosistemlerden faydalanır. Mücadelenin tek yolu biyoçeşitliliği güçlendirmek, ekosistemi daha dirençli hale getirmek. İklim baskısını hemen ortadan kaldıramıyoruz. İklim değişimi ile mücadelede elbette yapacağımız çok şey var ama deniz sıcaklığı halihazırda arttı. Siz 2 derece artmış bir deniz sıcaklığını kısa vadede azaltamayacaksınız, hatta daha da artacak. Peki, ne yapmak gerekiyor? Biyoçeşitliliği, ekosistemi güçlendirmek için kirlilik ve avcılık gibi diğer baskıları azaltırken, koruma bölgelerini bir an önce artırmanız lazım. BM, son Okyanus Konferansı’nda koruma alanlarının 2030’a kadar %30 seviyesine çıkarılmasını onadı. Bunu biz de bilim insanları olarak destekliyoruz. Bir an önce bizim denizlerimizin de %30’u 2030’a kadar koruma altına alınmalı. Siz de koruma alanları ilan eder, bu baskıları kaldırırsanız istilacı türlerin denizlerinize girişini engellerseniz, başka felaketlerin de önüne geçersiniz. Çünkü güçlü biyoçeşitlilik demek ekosistem direncinin artması demektir. Ekosistem kendini korur zaten.
Denizlerimizdeki endemik türlerin koruma çalışmalarına dair neler söyleyebiliriz?
İlk etapta Akdeniz foku ya da bölgedeki Caretta caretta gibi endemik türlerin en fazla risk altındaki türler olduğunu söyleyebilirim. Besin zincirinin en üstündekiler risk altında. Bunlar halihazırda koruma altında. Bunun ötesinde daha küçük türlerin koruma çalışmalarını yönetmek çok kolay değil. Mesele de sadece koruma altına almak değil, koruma bölgesi ilan etmediğiniz sürece endemik türleri korumak çok zor.
Son olarak müsilaj ile kapatalım isterseniz. İzmit Körfezi’nde de çalıştınız. Şimdi Marmara Denizi’nin dijital ikizini çıkartıyorsunuz. Burada yaptığınız çalışmalardan özellikle biyoçeşitlilik çerçevesinde nasıl sonuçlar elde ettiniz?
Müsilaj konusu çok gündeme geldi. Tabii görüldüğü için bir hassasiyet oluşturdu ki bu memnuniyet verici. Ama şunu unutmamak lazım, müsilaj bir sonuçtur. Bugün müsilajın Marmara’da olmaması, Marmara’nın ekolojik durumunun iyi olduğu anlamına
gelmiyor. Marmara’daki ekolojik durum müsilaj zamanı ne ise şimdi de o. 25 metrenin altı artık kirlilik baskısı yüzünden oksijensiz hale gelmiş durumda. En büyük sorunu da bu. Yüksek miktarda azot ve fosfor bulunuyor ve oksijen seviyeleri çok düşük. Müsilaj olur veya olmaz, olmaması temennimizdir ancak müsilaj varsa Marmara’nın durumu kötü, yoksa durumu iyi algısını ortadan kaldırmamız gerekiyor. Mevcut durumu çok kritik. Marmara’nın ekosisteminin şu anda başka bir faza geçmesi söz konusu. 25 metrenin altı hipoksik yani, oksijenli canlı yaşamına el vermeyecek durumda. Ama anoksik, yani oksijenin sıfırlandığı yerler de görüyoruz. Marmara giderek Karadeniz’e doğru kayabilir. Bir an önce bunun önüne geçmenin yolu da tabii ki noktasal kaynak dediğimiz şehir deşarjlarının tamamının arıtılması.
Şu anda İstanbul’da örneğin çok ciddi bir kirlilik baskısı var. Bir de havzalardan gelen kirlilik baskısı var. Hem tarım hem de endüstri uygulamalarının denizlere, ekosisteme zarar vermeyecek hale getirilmesi lazım. Yani şehir deşarjları kadar yayılı kaynak dediğimiz nehirlerden ya da sel sularıyla karadan denize giren kirliliğin bir an önce engellenmesi gerekiyor. Nehirlerin doğal habitatlar olması gerekiyor. Nehir tabanlarını, siz ıslah ediyorum diyerek betonladığınız zaman nehrin doğal ekosistemini ortadan kaldırıyorsunuz. Bütün kirlilik olduğu gibi denize gidiyor. Karadeniz’den gelen kirliliğe çok müdahale edilemiyor ancak Marmara o kadar kirlendi ki Karadeniz’den gelen kirlilikten çok Marmara, Karadeniz’e kirlilik çıkartıyor. Yaptığımız çalışmalar şunu gösteriyor: Marmara’yı biz kendi haline bırakırsak, çok dinamik bir deniz olması nedeniyle, Akdeniz’den gelen sularla 5-6 yıl içinde kendini kurtarabilir. Bir an önce eylem planlarını hayata geçirmemiz gerekiyor.