Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın yeni kitabı, “Son Buzul Erimeden – İklim Değişikliği Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey” başlığıyla okuyucuyla buluştu. İklim değişikliği konusunda çalışmaları ve yazılarıyla yakından tanıdığımız Levent Kurnaz, Emre Uzundağ’a verdiği söyleşide, “Türkiye hem jeopolitik hem de iklim değişikliği bakımından çok hassas bir bölgede konumlanıyor. Bu yüzden enerjimizin %90’ını karşımıza çıkan problemlerle baş etmek için, %10’unu ise bu problemler karşımıza çıkmasın diye harcamalıyız” diyor.
Haber: Emre UZUNDAĞ
Bu soruya iki açıdan cevap vereyim: Ben niye yazdım ve yayınevi ne istedi? Yayınevi (eliyle kitabın kalınlığını göstererek) “Böyle bir kitap istiyorum. Bu, uzun süre raflarda duracak, bu konuyla ilgilenenlerin merak ettikleri bir şey olduğunda açıp bakacakları bir referans kitabı olacak” dedi. Ben de “100 Soruda İklim Değişikliği” kitabı yazmak istemiyordum. İklim değişikliği, öyle kısıtlayabileceğiniz bir konu değil. Bu konuyu sebepleriyle, geleceğiyle, durdurmak için neler yapılabileceğiyle ele alan bir kitap yazmak istedim ve yayıneviyle de fikirlerimiz tam bu noktada örtüştü.
İklim nedir ve neden değişiyor?
Dünyanın iklimi, güneşten dünyaya gelen enerjiyle dünyadan uzaya yayılan enerjinin dengesi tarafından belirleniyor. Dünyanın iklimi bu denge noktasına göre oluşuyor. Bitki örtüsü ve benzer şeylerin etkisiyle iklim, yerel bölgelere ayrılıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığı 16 derece ama her yerde ortalama sıcaklık 16 derece değil. Kuzey Kutbu’nda çok ince bir buz tabakası var ama Antarktika’da buz tabakası 3 kilometrenin üstünde. Bu, bölgelerin coğrafyasıyla ilgili. İklimi tanımlarken dünyanın enerji dengesini ve yeryüzü şekillerini hesaba katıyoruz. Ancak geçtiğimiz 250 senede, dünyaya gelen enerjiyle uzaya yayılan enerjinin dengesini bozduk. Şu an dünyaya daha fazla enerji geliyor ve dünyadan daha az enerji kaçıyor. Böylece dünyanın sıcaklığı yavaş yavaş artıyor. Bu artış dünyanın her yerinde farklı derecelerde ve şekillerde hissediliyor. Buna, iklim değişikliği diyoruz.
Tarihçi Eric Hobsbawm’ın meşhur bir ifadesi vardır: “Uzun 19. Yüzyıl”. İklim krizi, bize bu uzun 19. yüzyılın mirası. Enerji sektörü, taşımacılık sektörü, tarım-ormancılık faaliyetleri ise bugün dünyayı en çok kirleten sektörler. İklim değişikliğine etik bir mesele olarak bakılması gerektiğini söylüyorsunuz ve bu çerçevede bireysel bilinçlenme ve bireysel eylemlere vurgu yapıyorsunuz. Örgütlenme olmaksızın, devletlerin yaptırımları olmaksızın ve küresel büyüklükteki şirketlerin kâr ve üretim yöntemlerini değiştirmeksizin iklim değişikliğiyle gerçek bir mücadele mümkün mü?
Bunların hiçbiri olmaz demiyorum. İklim değişikliği, “Benim bunda sorumluluğum yok, devletler ve şirketler bir şey yapsın” problemi değil. Bunda hepimizin sorumluluğu var çünkü ben, bugüne kadar kişilerden bağımsız şirket de devlet de görmedim. Büyük şirketler, bize bir ürün sağladıkları için büyükler. Biz, bu ürünleri kabul etmediğimizde o şirket çalışamaz hale gelir. Biz, devletten bir şeyleri düzgünce talep ettiğimiz an, devlet bunları yapmak zorunda. Devlet, vatandaştan ayrı düşülebilecek bir oluşum değil. Devlet, tüm vatandaşların istediği bir şeye hayır diyemez. Devletleri, şirketleri ya da konulacak kuralları başlangıç noktası almak çok da doğru değil. Harekete kendimizden başlamalıyız. Gerçek bir hareket doğruya yanlışa karar verip isteğimizi ortaya koyduğumuzda başlar. Tabii ki devletler, buna destek vermeliler çünkü halkın isteklerini ortaya koymak zorundalar. Sonrasında devletlerin koyacağı kurallar da şirketleri etkiler.
İklim değişikliğinin yerini “iklim krizi” ifadesi almaya başladı. Birçok kişi iklim krizini bir varoluş sorunu olarak tanımlıyor. 2030, 2040, 2050 gibi hedeflere ulaşılamazsa ne olacak?
Gerekli adımları atmazsak gittikçe kötüleşecek bir iklim kriziyle karşı karşıyayız. Son zamanlarda sıkça rastladığımız “11 senemiz kaldı, 12 senemiz kaldı” söylemlerindeki gibi kesin kesilmiş bir hikaye yok önümüzde. Elimizde bir karbon bütçesi var. Şöyle açıklayayım: 2030 yılına kadar 800 milyar tondan fazla karbondioksit salacak olursak, sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutma ihtimalimiz %50’nin altına düşer. Bu, çok matematiksel ve bir şeyin artması ve azalması ihtimaline dayalı bir ifade. Yarın hiç karbondioksit salmadığımız bir hayata uyansak bile, sıcaklığın 2 derecenin üstüne çıkma ihtimali var. Dolayısıyla 2030, 2040, 2050 gibi hedefler koyup, sert bir dil tutturmanın gereği yok. Önemli olan elimizden gelenin en iyisini yapmak ve gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmak. Önemli olan budur çünkü yaptıklarımıza doğa nasıl bir tepki verecek bilmiyoruz. Bu konuyu çalışıyoruz, öğreniyoruz ve görüyoruz. Bu konuda daha bir sürü bilgi edinmemiz gerekiyor. Bu yüzden kesin sınırlar çizmenin büyük zararları var. Her gün, iyi bir şey yapmak için yeni bir gündür. Bizim bu düşünceyle hareket etmemiz gerekiyor.
İklim değişikliğiyle mücadelede çok hızlı hareket etmemiz gereken bir dönemde, yenilenebilir enerjiyi ucuza üretecek ve dağıtacak formüllerin geliştirilemediği bir dönemde, iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında nükleer enerji ve mühendislik yöntemleri hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Kriz dönemlerinde her deneme mubah mıdır?
Mühendislik yöntemlerine kesinlikle karşıyım. Mühendislik yöntemleri, zaten tam olarak anlamadığımız ve bilmediğimiz bir sistemi gereksiz kurcalamaktır. Tabii şöyle bir senaryoda mühendislik yöntemlerine başvurulabilir: Dünya nüfusu 200 milyona düşmüştür ve nüfusun tamamı Antarktika’da yaşıyordur. Öyle bir felaket bekleniyordur ki, bundan kurtuluş yoktur. İşte o zaman “haydi şu adımları atalım” deriz. Orada mühendislik yöntemlerini kullanırız. Aslında halihazırda uygulayabileceğimiz mühendislik yöntemlerimiz var: Tarımda nasıl daha verimli bitkiler üretebiliriz, nasıl daha verimli sulama yapabiliriz, enerjiyi nasıl daha verimli transfer edebiliriz. Duvarları daha iyi izole edip daha az enerji kaçırmak, camlarımızı daha verimli tasarlamak… Bunlar uzun yıllardır yapmamız gereken ama yapmadığımız mühendislik hamleleri.
Nükleer enerjiyi iki açıdan ele almak gerekiyor. Çin gibi büyük bir ülke “ben, ya 20 tane kömürlü termik santral yapacağım ya da 20 tane nükleer santral yapacağım” derse, 20 tane nükleer santral yapmasını tercih ederiz çünkü nükleer santralların “verebileceği” zararı biliyoruz ama termik santralların “vermekte olduğu” zararı da biliyoruz. Bir tarafta istatistik olarak baktığımda her sene milyonlarca ölüme neden olan termik santrallar varken, öbür tarafta bir şeyler yanlış gittiğinde zarar verebilecek bir sistem varsa, bu şartlar altında zarar veren yerine zarar verebilecek olanı tercih ederim. Ama bu cevabı, soruyu “nükleer santral mi termik santral mi” diye sorarsanız veririm. “Nükleer santral mi güneş enerjisi mi” diye sorarsanız, güneş enerjisi derim. “Nükleer santral mi rüzgar mı” diye sorarsanız rüzgar derim. Benim sıralamam güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, nükleer santral ve kömürlü termik santral şeklinde olur.
Bu konunun ikinci bir veçhesi daha var. Nükleer santrallar korkunç derecede pahalı ve son zamanlarda neredeyse tamamlanmış nükleer santral yok. Dolayısıyla iklim değişikliğiyle uğraşan insanların nükleer santrallarla ağır bir savaşa girmeleri, bana, enerjilerini boşa harcıyorlarmış gibi görünüyor. Bu enerjiyi kömürlü termik santrallarla savaşa harcarsak, uzun vadede çok daha kârlı çıkarız çünkü nükleer santralların dünyada ciddi bir yere varacağını düşünmüyorum.
Trump’ın Yeşil Yeni Düzen’e cevabı, “İstihdam ne olacak?” olmuştu. Fosil yakıt sektörü büyük bir istihdam yaratıyor ve bu istihdamın 2030, 2040, 2050 hedeflerine ulaşılırken yeşil endüstriye kaydırılması önemli bir sorunu teşkil ediyor. İstihdam yaratmak, iklim değişikliği ile mücadelenin içinde yer almalı mı? Bu konuyla ilgili kısa vadede neler yapılmalı?
Trump yalan söylüyor. Bu kadar basit. ABD’deki fosil yakıt sektörünün istihdam oranı, ana istihdamın binde birine denk geliyor. Bu yüzdenin içinde fosil yakıtı çıkartan, ithal eden, rafine eden, taşıyan herkes var. Bu oran, benzin istasyonlarında çalışanları da kattığınızda, binde ikiye çıkıyor. Ancak güneş ve rüzgar sistemlerinin istihdam potansiyeli binde dört. Bu iki enerji sektörü, tüm fosil yakıt sektörünün istihdam oranının iki katı istihdam potansiyeline sahip. Fosil yakıtları ucuz yapan en önemli hususlardan biri, çok fazla iş gücüne ihtiyaç duyulmaması. Bir kuyu açıyorsunuz, pompayı yerleştirip başına bir adam koyuyorsunuz ve o nesne yıllarca çalışabiliyor. Fosil yakıt sektöründe bir işgücü gereği yok.
Türkiye’de kömür işçilerinin oranını bütün işçilere oranladığınızda, bu oran, binde biri geçmiyor. Kömür işçilerimizi enerji sektörünün başka kollarında çalıştırmamız gayet kolay. Kömür işçileri de, madenlerde o şartlarda çalışmak yerine dışarıda güneş panelleri monte ediyor olsalar çok daha mutlu olurlar.
Orhan Pamuk Kara Kitap’ında, bir bölüme şu kıyamet senaryosuyla başlar: “Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? Sanmıyorum.” Ve sonrasında suları çekilmiş Boğaz’ı betimler. Bunun, dünyada ve Türkiye’de iklim değişikliğini anlatmaya çalışan insanların durumuna benzediğini düşünüyorum. Görüneni anlatmak zorundasınız. Sizce Türkiye’de siyasetçiler ve halk, iklim değişikliğinin ciddiyetinin ne kadar farkında?
Bu grubu üçe ayırırsak daha iyi olur: Halkın tarımla uğraşan kesimi, halkın geri kalan kesimi ve siyasetçiler. Her üç grup da iklim değişikliğinin bilincinde: Mevsimlerin değişmesinden, yağışların ya da sıcaklıkların artmasından… Ancak politika kargaşasında iklim değişikliği kendine yeterince yukarıda yer bulamıyor. Dolayısıyla politikacılar, gündelik yaşantılarında buna çok fazla önem atfedemiyorlar. Sorun da tam olarak burada. Bir tarafta iklim değişikliğinin yarattığı sorunlarla her gün baş etmek zorunda kalan bakanlıklar ve sorumlular var, diğer taraftaysa buna sebep olan bakanlıklar ve sorumlular var. Bu bağlamda devletin içinde de herkesin ahenk içerisinde aynı şeyi söylediklerini söyleyemeyiz. Tıpkı gündelik hayatımızda rastladığımız gibi, politikanın içinde de “iklim değişikliği büyük bir sorun, bir şeyler yapmalıyız arkadaşlar” diyenler de var, “canım, karıştırmayın şimdi, bizim daha önemli sorunlarımız var” diyenler de…
Türkiye’de son günlerde çok duyduğumuz bir kelime var: İsraf. İklim değişikliğiyle mücadelede çeviri ve ithal sloganlar Türk halkına çok işlemiyor gibi. Bir bilinç oluşturulması bakımından daha bizden, daha yerel bir söylem kurup dili buna göre şekillendirmek daha etkili bir yöntem olabilir mi?
Türkiye hem jeopolitik hem de iklim değişikliği bakımından çok hassas bir bölgede konumlanıyor. Bu yüzden enerjimizin %90’ını karşımıza çıkan problemlerle baş etmek için, %10’unu ise bu problemler karşımıza çıkmasın diye harcamalıyız. Bizim iklim değişikliğiyle mücadelede %90 uyum politikaları üretmemiz, %10 azaltım politikaları geliştirmemiz lazım. Ancak Türkiye’de çevre ve iklim sorunlarıyla ilgilenenler, ana düşüncelerini hep azaltım üstüne kuruyorlar. Bunun nedeni, bu çevrelerin düşünce anlamında kaynak olarak yurt dışından beslenmeleridir. Türkiye’de ülkeye özgü sorunlara yönelik doğmuş çok fazla çevre hareketi yok. Türkiye’de Greenpeace veya WWF gibi örgütlerden doğan bir çevre hareketi var. Yeşiller bile Avrupa Yeşillerinin bir uzantısı olarak doğdu. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum. Türkiye’deki iklim hareketi içimizdeki sorunlardan doğmayan, Batı görüşüyle oluşan bir iklim hareketi. Bu yüzden konsantrasyonumuz azaltım üstüne oluyor. “Karbondioksit salımlarınızı azaltmanız için daha az araba kullanmanız gerekiyor” cümlesi buradaki insana çok fazla etki etmiyor, etmeyecek de. Ancak insanlarımıza “iklim değişikliğinden dolayı şöyle zarar göreceksin, bu göreceğin zararları azaltmak için de şöyle önlemler almalısın” yaklaşımıyla yaklaşırsak daha etkili olacağımızı düşünüyorum. İnsanlar, hayatlarına etki eden değişikliklere daha çabuk tepki verirler. 2017’de İstanbul’da dolu yağdığında arabalar büyük hasar gördü. Araban hep vardı ama dolu her zaman yağmıyordu. İklim değişikliği yüzünden yaşanan bu doğa olayı, sana binlerce lira masraf olarak döndü. İklim değişikliğini insanların gördükleri zararlar, bu zararlara nasıl uyum sağlayacakları üzerinden anlatırsanız bu, insanlar için daha faydalı ve bana göre çok daha erişilebilir bir dil olacaktır.
İklim değişikliğiyle mücadelede iki terime özel anlam yüklüyorsunuz: Sürdürülebilirlik ve işlevsel adalet. 2011’deki bir yazınızda da bunların öneminden bahsetmişsiniz. Bu iki terim etrafında Türkiye’de iklim değişikliğiyle mücadelede atılan ya da atılması gereken adımları açıklayabilir misiniz?
2011’de sürdürülebilirlik kavramına atfettiğimiz anlamla 2019’da atfettiğimiz anlam birbirinden bambaşka. 2011’de ekolojik sürdürülebilirlikten bahsederken bugün, sürdürülebilirliğin kapsamı çok daha genişledi. Maalesef iş dünyası bu kelimeyi ele geçirmeye başladı. Burada ana nokta, toplumun tüm kesimleriyle birlikte, yapılan her şeyi sürdürülebilirlik çerçevesinde ele almaktır. Üretim de, çevre de, yaşam da, canlılar da sürdürülebilirlik etrafında ele alınmalı. Türkiye’de sürdürülebilirlikten anlaşılan sürdürülebilir kalkınmadır, ekonominin sürdürülebilir biçimde büyümesidir. Biz buna kafa patlatıyoruz. Devletin de özel sektörün de gerçek anlamda ortaya bir sürdürülebilirlik yapısı koyduğunu sanmıyorum. Herkes bir sürdürülebilirlik raporu hazırlama peşinde. Bir üniversitemiz şirketler için bir sürdürülebilirlik raporu hazırladı. Raporda en yüksek notu petrol şirketleri aldı. Bu olmaz. Türkiye’nin en sürdürülebilir şirketleri petrol şirketleridir, diyemezsiniz. Bu notu nasıl aldıklarını sorduğunuzda aldığınız cevap, kadın çalışanlarına kreş veriyorlar, kadınlarla erkeklere eşit maaş veriyorlar, insanlara çeşitli izin hakları veriyorlar oluyor. Sürdürülebilirlik bu değil. Petrol şirketleri bu yarışı baştan kaybediyorlar. Bu sıralamaya bile girmemeleri gerekiyor. Sürdürülebilirliğin, tüm canlıları içine katarak bizi birkaç yüzyıl sonra bugünden daha gelişmiş ve mutlu bir hale getirmek demek olduğunu Türkiye’de anlatamıyoruz. Bunu anlatabilir miyiz peki? Şu an Türkiye’nin ve dünyanın kafasında bambaşka kavramlar yer tutuyor.
İşlevsel adalet ise artık sürdürülebilirliğin bir parçası olmaya başladı. Kaynaklarımızı artık daha dikkatli dağıtmamız gerekiyor. En zengin %20 ile en yoksul %20 arasındaki gelir farkı, Türkiye’de gittikçe açılıyor. Bu fark ABD’de de, Çin’de de artıyor. Bu artış da sistemsel adaletsizliği artırıyor. Bunu düzeltmeden uzun vadede daha iyi bir yere gitmeyeceğiz.
Son üç soruda İstanbul’a odaklanmak istiyorum. Kitabınızda kentleşme ve iklim değişikliği bağıntısını sarih bir dille özetliyorsunuz. İstanbul, son yirmi yılına bakıldığında gelişmekte olan bir şehir sayılabilir ve kentleşme modelini ABD’nin 20. yüzyıl başındaki kentleşme modeli üzerine kurduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında İstanbul’da iklim değişikliğiyle mücadelede hangi adımlar atılmalı?
Atılabilecek tek adım var: İstanbul’u terk edeceğiz. İstanbul’u yıkıp baştan yapamazsınız. İstanbul doymuş bir şehir halini aldı. İstanbul’un verdiği net göç, her geçen sene artıyor. İstanbul artık dışarıdan göç almıyor, dışarıya göç veriyor. Bunun sebebi de pek çok kişinin İstanbul’dan bıkmış olması. Trafik çok kötü, insanların gitmek zorunda oldukları mesafeler çok uzun ve bunlara getirilen çözümler de problemi derinleştirmekten öteye gitmiyor. Toplu taşımayı korkunç geliştirip, bireysel araç kullanımı azaltmaya çalışacağımıza biz, ikisini de geliştirmeye çalışıyoruz. İkisini aynı anda iyileştiremezsiniz. İstanbul’un altı tarafı denizlerle çevrili ama biz, deniz taşımacılığından hiç faydalanmıyoruz. İstanbul’un şu anki haline iyileştirmeler yapılabilir ama uzun vadede bu şehrin sonu gelmiştir. BM, 2050 yılına kadar şehirlerde yaşayacak nüfusun yaşayacağı şehirlerin yarısının henüz tam şehirleşmeyi yaşamadığını söylüyor. Bu şehirli nüfusun büyük kısmı 2050’de, bugün Eskişehir ve Kastamonu gibi orta ölçekli büyülükteki şehirlerde yaşıyor olacak. Bu şehirlerde sıfırdan ve düzenli sistemler kurma şansımız var. Bunu yaparken de ABD tarzı şehirciliği tamamen bir kenara bırakmak zorundayız. Şehirleşmede yoğunlaşmayı sağlamalıyız. Toplu taşımaya öncelik vermeliyiz. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaşadıkları yerden çok uzağa gitmek zorunda kalmadıkları bir sistem oluşturmalıyız. İstanbul için bu çok zor.
Yap-işlet-devret modeliyle yapılan yolların ve köprülerin olduğu bir sistemde karbon vergisinin getirilmesinin kolay olmadığını söylüyorsunuz. İstanbul’da bu modelle inşa edilmiş Avrasya Tüneli ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü mevcut. Bunlarla kıyaslandığında mikro mobilite, son mil/kilometre, komple sokaklar gibi şehirleşme uygulamaları araçlardan yayılan karbon salımıyla mücadelede ne kadar etkili yöntemlerdir?
Artık asıl derdimiz karbon salımı değil. Dünkü olaylar (26 Eylül’de gerçekleşen depremi kastediyor) gösterdi ki, İstanbul’un epey başka dertleri de var. İstanbul trafiğinde sıkışıp kalan araba o kadar da benzin yakmıyor. Düz bir yolda 80 km hızla giden bir araba çok daha fazla benzin yakıyor. İstanbullular, trafikte geçirdikleri vaktin büyük bir kısmında dur-kalk yaptıklarından, çok fazla benzin harcamıyorlar. Ancak bunun ortaya çıkardığı sağlık problemleri var. İnsanları trafikten çekmek için elimizden geldiğince çaba sarf etmeliyiz ama yolları da azaltmalıyız. Toplamda 8 şeridi olan bir TEM yolumuz var. Siz trafikteki araç sayısını %20 azaltıp bu nüfusu toplu taşımaya yönlendirseniz bile, trafik açılacağı için daha fazla sürat yapıp daha fazla salım yapacak araçlar olacak. Asıl amacımız insanların mobilite ihtiyaçlarını azaltmak olmalı ancak bunun için İstanbul’da bir çözümümüz yok. Maltepe’de yaşayıp Avcılar’da çalışan insana sunabileceğiniz ulaşım çözümü yok. Avcılar’da oturup Avcılar’da yaşayan insanlardan kurulu şehirler oluşturmalıyız. İnsanların bütün ihtiyaçlarını, 1 km çapındaki bir daire içerisinde çözmelerini sağlamalıyız. İnsanların mobilitesine yönelik çözümler Amerikanvari çözümlerdir. Biz mobilite çözümleri sunmak yerine, mobilite ihtiyacını ortadan kaldırmalıyız.
İklim kelimesi bir ön ek halini aldı: İklim diplomasisi, iklim tarihçiliği, iklim mültecileri… Birçok nedene bağlı olarak göç almayı sürdüren İstanbul, iklim mültecileri için bir liman olmaya başladı mı?
İstanbul, iklim mültecileri için makul bir şehir değil. Bizim yaşadığımız sorunları onlar iki kat daha sert yaşıyorlar. Türkiye’deki 4 milyona yakın Suriyeli göçmenin göç etmelerinin arkasında yine iklim değişikliğini buluyoruz. Suriye’deki kuraklıktan dolayı kentlere göçen tarım çalışanlarının tetiklediği göç dalgaları söz konusu. Bu, ileride Suriye ile kısıtlı kalmayacak. AB, Akdeniz’de ve Ege’de bir sınır çizdi ve oradan öteye mültecilerin geçmesine izin vermiyor. Bu yüzden Türkiye bir tampon görevi görmeye başladı. Yakın gelecekte Afrika’dan gelecek mülteciler, Suriye sınırına dayanacaklar. Bu yüzden kısa vadede Türkiye’nin nüfusu belki de 120 milyonu görecek. Böylesi bir senaryoda İstanbul’un mültecilere sunabileceği hiçbir şey yok. İstanbul, pek çok açıdan dolmuş bir şehir. Eğer mültecileri barındıracaksak, çözümleri Anadolu’ya kaydırmamız gerekiyor. Mültecilere tarımda ya da sanayide istihdam yaratmamız gerekecek. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerde bunları gerçekleştiremezsiniz.
Son olarak bireysel olarak iklim değişikliğiyle mücadelede kim, ne yapmalı?
Tüketimimizi azaltmalıyız. Uçakla seyahat ediyorsak onu azaltacağız. Araba kullanıyorsak, araba kullanımımızı azaltacağız. Çok fazla et yiyorsak, et tüketimimizi azaltacağız. Çok fazla giyim alışverişi yapıyorsak, onu azaltacağız. Bunları hem de olabildiğince hızlı yapmamız gerekiyor.
Karbon emisyonları azaltımı hedeflerini açıklayan Kanada hükümeti, resmi danışma kurulunun tavsiye ettiği miktarın altında bir…
Türkiye’de son yıllarda birçok göl ve su kaynağında yaşanan kuraklık, Salda Gölü'nde de derinden hissediliyor.…
Karadeniz'de iki Rus petrol tankerinin ağır hasar almasıyla petrol sızıntısı yaşandığı açıklandı. Greenpeace ise iki…
Yeni ABD Başkanı Donald Trump'ın geçiş ekibi, elektrikli araçlara ve şarj istasyonlarına yönelik desteğin kesilmesini…
İklim değişikliği açısından dönüm noktası olarak nitelendirilen ve Uluslararası Adalet Divanı'ndan görülen davanın duruşmaları sona…
Enerji Yatırımcıları Derneği Başkanı Cem Özkök, GES ve RES projelerinin yapı denetim kapsamından çıkarılmasının, yatırımcıların…