;
Politika

“Enerji Etkin Bir Dönüşüm, Yaratıcılık Gerektiriyor”

İstanbul’da çürük yapılara erişemeyen, tam tersine nitelikli yapıları yok eden bir kentsel dönüşüm modeli uygulandığını dile getiren Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Yeşiller Partisi kurucusu mimar ve şehir plancısı Korhan Gümüş, piyasacı kentsel dönüşüm modelinde “inşaat sektörü”nün yaratıcı çözümlere kapalı olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Renovasyon, restorasyon konusu ancak bir zorlama, yasaklama gibi algılanıyor ve enerji etkin bir dönüşümün yaratıcılık gerektirdiği unutuluyor.” 

YAZI: Bulut BAGATIR

Öncelikle en taze gelişme olması açısından Avrupa Yeşil Düzen tartışmalarıyla başlayalım. Halihazırda kullanılan binaların çoğu 2050’ye kadar kullanılmaya devam edecek. O nedenle konut kaynaklı emisyonların düşürülmesinde renovasyonun önemli bir yeri olacağı belirtiliyor. Yeşil Düzen tartışmalarında renovasyona yeterince önem verildiğini söyleyebilir miyiz?

Enerji maliyetlerinin artması nedeniyle yapılarda ısı yalıtımının iyileştirileceği varsayılıyor. Piyasa kuruluşlarının hizmet sunmakta, kamuoyu oluşturmakta önemli bir işlevi var. Ancak piyasanın işleyişi hiçbir zaman bir politika oluşturmak için yeterli olamaz. Yaratıcı yöntemler daha çok kamu tarafından desteklenmek zorunda. Örneğin sağlam yapı stokunu yok eden ve piyasa koşullarına bırakılmış vahşi kentsel dönüşüm misliyle emisyonun atmosfere salınmasına neden oluyor. Üretim artışı olumlu bir şey olarak görüldüğü için çimento-çelik, seramik, hafriyat ve nakliye işleri hesaba katılmıyor. İstanbul’da çürük yapılara erişemeyen, tam tersine nitelikli yapıları yok eden bir kentsel dönüşüm modeli uygulanıyor. Ne yazık ki piyasacı kentseldönüşüm modelinde “inşaat sektörü” yaratıcı çözümlere kapalı. Renovasyon, restorasyon konusu ancak bir zorlama, yasaklama gibi algılanıyor ve enerji etkin bir dönüşümün yaratıcılık gerektirdiği unutuluyor. Renovasyon, rehabilitasyon, iyileştirme, yeniden değerlendirme, adını nasıl koyarsak koyalım bunlar bir şehrin sermayesini koruması ve daha yararlı işler yapılması anlamına gelir. Oysa plan tadilatları ile tamamen araçsal, piyasacı bir dönüşüm teşvik ediliyor. Bakım onarım gibi işler ekonomik değişim, kâr transferi, spekülasyon yaratmadığı için yaratıcılığa kapalı. Proje hizmetlerine ancak büyük bir ekonomik dönüşüm yaratılabiliyorsa, erişim mümkün. Süreklilik gösteren bakım-onarım işleri yıkmak ve yeniden yapmaktan daha zormuş gibi gözüküyor. İşte burada profesyonelliğin kamusal boyutu ortaya çıkıyor. İstanbul’un örneğin kaliteli yapı stoku pekâlâ yaratıcı çözümlerle daha nitelikli hale gelebilir ve korunabilirdi. Sonuçta mülk sahipleri sırf yapılarının banyoları, mutfakları yenilensin, daha değer kazansın diye imar hakkının artırılmasını talep ediyorlar. Sahte çürük raporu alarak işlerini kolaylaştırmaya çalışanlar bile var. Depreme dayanıklı karma ya da yığma taşıyıcı sistemli yapıları bile bu yöntemle yıktıranlar var. İdealtepe, Maltepe, Caddebostan ve Fenerbahçe gibi Anadolu yakasının en yaşanılır yerleri bile şehrin boğucu yerleri halini aldı. Kimse olası bir depremde bu kadar yatırımın çöpe dönüşeceğini ve dönüşüm için fırsatların önceden kaybedildiğini söylemiyor. Bu yıkıcı dönüşümün faturası çok yüksek. Şehrin ne hale geldiği ortada.

Türkiye’deki ekonomik krizle birlikte eski hızını kaybetmiş ancak halen devam eden bir kentsel dönüşüm gerçeği var. Türkiye’deki kentsel dönüşüm uygulamasını sürdürülebilirlik üzerinden nasıl okuyabiliriz?

Dediğim gibi piyasa mekanizmalarına bırakılan kentsel dönüşüm yaratıcı çözümleri yutan bir kara delik gibi. Dönüşümün maliyetini başkalarına yüklüyor ve herkesi piyasanın koşullarında dü­şünmeye, karar almaya zorluyor. Alter­natif bir modelin yaratılamamış olması üzerine iyice düşünmek lazım. Neden bu yıkımın önüne geçilemiyor? Göste­rilenler gösterenleri gizliyor. Profesyo­neller, plancılar sanki geçmişte olduğu gibi şehri planladıklarını iddia ediyor­lar. Uzmanlık, eğitim kurumları işlerini yapıyormuş gibi gözüküyorlar. Oysa bu tür bir şehircilik modeli, mekân siyaseti çoktan bitti. Hâlâ hayattaymış gibi gös­teriliyorlar. Her şey çöpe dönüşüyor, şehir dönüştükçe sorun haline geliyor. Kaynaklar boşa savruluyor. Bu modelin sürdürülebilir olmadığının artık yöne­timler bile farkında. Ama tek başlarına bu krizle baş etmeleri mümkün değil. İyileşmenin işaretleri tam da sorunun kaynağında beliriyor. Diploma alan genç insanların yarısı işsiz. İş bulanlar da umutsuz. Bu yepyeni bir durum ve belki asıl dönüşümü içinde bulunduğu­muz düzenin kazananları değil kaybe­denleri şu anda gerçekleştiriyor. Uzağa gitmeye gerek yok. Şu anda örneğin bilgi yönelimli tarımsal faaliyetlere dö­nen bir dolu öğrencim var. Büyüme ve kâr odaklı değil, tıpkı sanat faaliyeti gibi kapitalist üretim tarzı içinde olmayan, bizzat kendi eylemlilikleri ile hem zi­hinsel, hem bedensel uğraşlar içindeki insanlar. Bu yepyeni bir durum. Nasıl geçmişte iyi işlerin olduğu dönemler varsa bugün de var. Bunlar bir dönüşü­mün ipuçları olarak görülebilir.

Taksim Gezi Parkı tartışmalarına dair verdiğiniz bir röportajınızda yeşil alanların yok edildiği, kent merkezinin otoyol haline geldiği bir kent tasavvurunun otoriter bir kamu işleyişi anlamına geldiğini belirtmiştiniz. Kentlerin daha çok betonlaştırılması ve otoriterlik arasındaki bağı biraz daha açabilir miyiz? Burada, kentte yaşayanların yaşadıkları yer hakkında söz sahibi olamamasının etkisi ne derece büyük?

Taksim İstanbul’un değil, ulus-devletin mekânı. Buradaki temsil sahnesi de böylesine bir katılım biçimini öngörüyor. Taksim Camii örneğin, bu sahneye yeni katılan bir unsur. Bunun arkasında toplumu tasarlama ideallerinin yattığını az çok fark ediyoruz çünkü karşımızda bir simge var. Ama bu idealin diğer tarafını, karşıtını o kadar kolay görmüyoruz. AKM’nin varlık biçimi de örneğin gizli bir kimlikçilik hareketini temsil ediyor olabilir. Seküler gibi gözüken düzenleme projeleri de öyle. Geçmişte Taksim’i ve bütün meydanları otoyollara çevirmeyi amaçlayan, şehrin bütün meydanlarına tüneller yapmayı amaçlayan uygulama projeleri sessiz sedasız, uygulanmaya çalışıldı. İktidar eliyle yürütülen sekülerleştirme projelerinin de kamu gücünü ele geçirmiş toplumsal tabakaların bilim adı altında, gizli bir kimlikçilik, imtiyaz alanı yaratma girişimleri olduğunu inkar edemeyiz. Üstelik “Bu ulaşım projeleri bilimsel bir konudur, tartışılmaz” deyip daha otoriter bir yönetim anlayışını savunduklarını unutmayalım. Bu yüzden popülist yönetimlerin de cami gibi siyasal simgelere sarılarak kendi seçkincileştirici süreçlerini inşa etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bu yüzden yaratıcı süreçler ve kültürel alanın sekülerleşmesi, iktidardan ayrışması önemli. Önce bu merkezileştirici modele karşı “şehri şehirselleştirmek için ne yapılmalı” diye sormalıyız. Geçmişte Gezi Direnişi gibi bir örnek var, dayatma içermeyen, kapsayıcı bir kamusallık biçimi için ipuçları sunan. Eğer kamusal alanda sembolik sınıflar imtiyaz elde etmek için birbirini kazımaya, işaretsizleştirmeye çalışırsa, yıkım kaçınılmaz. Bugünkü popülist katılım biçimi asimetrik, eşitsiz bir siyasal sistemi gizliyor.

Kolektif bir şekilde sürdürülebilir binalara ve şehirlere ulaşmanın yolu nereden geçiyor? Nasıl bir anlayış bizi o noktaya götürür?

Bunun cevabı çok basit. Katılımla. Katılım “hadi buyurun katılın” demekle olmaz. Kendilerini merkeze alan yönetimler çok iyi bir meşguliyet yöntemi bulmuşlar. “Sizin de görüşünüzü alalım” diyorlar, sizi helak edene kadar çalıştaylarla, anketlerle yoruyorlar. Oysa onların hepsinin arkasında kurumlar, bütçeler, imkanlar, kariyer fırsatları var. Olay başka yerde geçiyor. Böylece kapasiteler iktidar gücünü kullanan, imtiyazcı aktörlerin eline geçiyor, onların önü açılıyor, katılım bir gönüllülük, hayırseverlik, zamanı olanların işi gibi algılanıyor. Önce STK’ların kendi aralarındaki ilişkileri kendilerinin düzenlemeyi öğrenmesi lazım. Dünyanın hiçbir yerinde yaratıcı işler müteahhitlik hizmetleri olarak gerçekleştirilemez. Dünyanın hiçbir yerinde yaratıcı işler resmî kurumların işi de değildir. Tasarım faaliyetlerinin sekülerleştirilmesi, bilginin iktidar aygıtından özerkleşmesi gerekir. Bunu piyasa da sağlayamaz. Bugün İstanbul’da entelektüel üretim tamamen hayırseverlik mekanizmalarına sıkışmış durumda. Tasarım, mimarlık, restorasyon, sanat, araştırma, tarih çalışmaları… hepsi zenginlerin uğraşı gibi algılanıyor. Halk basmakalıp bir yaşantıya mahkum ediliyor. Yaratıcılığa alan açması gereken kamudur. Buna eğer itiraz etmezseniz, daha doğrusu sembolik sınıfların kendi kamu yararını, çıkarını temsil eden bir sivil toplum kesimi gibi hareket etmesini benimser ve uzmanlar olarak kendiniz için imtiyazlar talep ederek yaşarsanız, her türlü yıkıma, şiddete, yoksulluğa, otoriter rejime katlanmak zorunda kalırsınız.