İnsanlığın doğal ve en eski tutkularından biri seyahat ama iş turizme ve arkasındaki endüstriye gelince, bu doğallık, başka doğallıklarla birlikte bir anda yok oluyor. Hemen hemen hiçbir gerçek deneyimi mümkün kılmayan, insanların başka kültür, doğa ve toplumlarla tanışmasına vesile olamayan kitle turizmi, aslında gündelik hayatın rutininden, sıkıcılığından ve zorluğundan kaçıştan başka bir şey ifade etmiyor gibi. Bu anlamda ve bu haliyle, “Turizm mutsuz insanların afyonudur” desek çok mu abartmış oluruz. Üstelik bu ağrı kesicinin ne kullanana, ne hizmet veren bölgelere ve toplumlara, ne de doğaya esastan bir faydası var. Geçici rahatlamalar ise, uzun vadede, toplumsal, kültürel ve çevresel tahribatlara yol açıyor. Peki, doğanın ve insanlığın ortak saatine ayarlı bir turizm mümkün mü? Sorunun yanıtı ise doğrudan turizmle ilgili değil: Böyle bir küresel uygarlık kurulabilirse, elbette mümkün…
YAZI: Barış Doğru
Gezmek, dolaşmak, herhalde insanlığın en eski aktivitelerinden biri. Homo Sapiens, Afrika savanlarından çıktıktan sonra birkaç on bin yıl içinde Amerika’dan Avustralya’ya kadar dünyanın hemen her noktasına ulaştı. Kuşkusuz ki bu yolculuğun temel güdüsü, en uygun beslenme ve yaşam şartları arayışıydı (kelimenin gerçek anlamıyla “ekonomi”, yani ev ekonomisi idi). Ancak insanlığın bir de, “ekonomi” güdüsünden bağımsız merak duygusu var. Başka insanları, başka iklimleri, coğrafyaları görmeye, tanımaya odaklı bu merak ve iletişim iştahı, insanlığın genlerine kazınmış bir özellik adeta… Birçok hayvan göç eder ama hiçbiri, sadece merak duygusunu tatmin için, çöllerin, tundraların derinliklerine, Güney Kutbu’nun sonsuz beyazlığına uzanmaz… Bu biraz insana mahsus ve gelişiminin nedenlerini yaratan bir özellik ve turizmin kökenlerini de, buralarda aramak herhalde çok yanlış olmaz.
İnsanlığın özüne böylesine temelden bağlı bir etkinliğin, insan toplumlarının yapısına uzanan derinlemesine bir sondaj için son derece elverişli olduğunu da söylemek mümkün. “Bir insanı en iyi bir yolculukta tanırsınız”. Peki, o halde, hâlihazırdaki insan uygarlığını, onun gezme, dolaşma etkinliklerinden ve arzusundan okumayı denesek?
Sıkıcı Hayatlardan Çılgın Kaçış
Bu anlamda turizmi sorgulamak, yaşadığımız toplumsal hayatı sorgulamaktan başka bir şey değil aslında. Nasıl bir insanı “yolculukta” tanıyorsanız, toplumları da turizm anlayışlarından tanıyabilirsiniz. Sıkıcı, rutin, baskıcı bir iş ve gündelik hayattan bu kadar uzaklaşma ve kaçış isteği, aslında o toplumun çalışma ve gündelik yaşamı ile ilgili oldukça net bir veri ortaya koyuyor: Hayatlarımız hiç de istediğimiz gibi değil ve biz ondan çılgıncasına kaçmak istiyoruz. Bütün bir yıl, bir veya iki haftalık izinler için belki mobbing’lere, belki hiç istemediğimiz işlere ve yöneticilere, sevmediğimiz, ruhumuza hiç uygun olmayan işlere katlanıyoruz ve o zaman parçasını satın almak için didinip duruyoruz. Pandemi sonrasında ortaya saçılan, geri ödemesi üç yıla kadar uzatılan tatil kredileri, bunun göstergesi değil mi? 10 günlük kaçışı, tam üç yıl ödemeyi başka neden kabul edebiliriz ki? Belki de tam da bu nedenle, bu kaçışlar, hunharca oluyor…
Kuşkusuz ki, her insanın dinlenmeye, başka kültürleri, coğrafyaları, ekosistemleri, hiç görmediği, duymadığı insanları tanımaya hakkı var. Başta da söylediğimiz gibi, bu insanlığın temel meraklarından biri ve özü itibariyle son derece masum ve hatta geliştirici bir özellik. Bu nedenle Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin 2006’da yayınladığı Avrupa’da Sosyal Turizm belgesinde şöyle deniyor: “Herkesin, günlük, haftalık ve yıllık olarak dinlenme ve kişiliğinin her unsurunu ve sosyal bütünleşmesini geliştirmesini sağlayacak boş vakit hakkı vardır. Şüphesiz, herkes bu kişisel gelişim hakkını kullanma hakkına sahiptir. Turizm hakkı, bu genel hakkın somut bir ifadesidir ve sosyal turizm bu hakkın uygulamada küresel olarak erişilebilirliğini temin etme isteği üzerine kuruludur. Dolayısıyla sosyal turizm, dünyada, Avrupa genelinde ve özellikle bazı üye ülkelerde önemli bir endüstri olan turizmle ilgisiz veya bunun dışında değildir; aksine bu evrensel turizme iştirak etme, seyahat etme, başka bölgeleri ve ülkeleri tanıma hakkını, ki bu turizmin temelini oluşturur, uygulamanın bir yoludur.”
Ancak çoğu zaman olduğu gibi, gerçek arzular ve ihtiyaçlar, sahte ve endüstriyelleşmiş, yapay yanıtlarla doyuruluyor ne yazık ki (Son derece gerçek ve hayati bir arzu olan “Aşk”ı, pornografiyle ikame etmek gibi). Bu noktada, mutsuz hayatlardan kaçışlar da, gerçek bir tanıma, anlama, hissetme, yeni deneyimler edinme yerine, çılgın bir tüketim boşalmasından başka bir anlam taşımıyor. Gerçek bir deneyim yerine, turizm fabrikalarında, sınırsız büfelerin, kopya etkinliklerin, yalancı duyumsamaların nesnesi oluyoruz çoğu zaman. Kitle turizmi, kitlelerin turizm faaliyetinden çok başka bir şeyi ifade ediyor tam da bu nedenle: “Turizm, mutsuz insanların afyonudur”. Marks’ın son derece yanlış anlaşılan “Din, toplumların afyonudur” sözünün başlangıcını hatırlamakta fayda var bu noktada (nedense hiç hatırlanmaz): “Din, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur. Din yoksulların ah çekmesidir. Din toplumların afyonudur”. Afyonun, 19. yüzyılda ağrı kesici olarak kullanıldığını da eklemek lazım. Evet, turizm mutsuz insanların afyonuna dönüşmüş durumda ama bu ağrı kesicinin elbette çok başka yan etkileri de mevcut. Aynı afyon gibi…
Baktığını Yok Eden Medusa Gibi…
Gerçekten de ağrı kesicilerin yan etkilerine benzer şekilde, turizmin de hem insanın kendi doğasına, hem içinde yaşadığı doğal hayata, hem de turizm faaliyetinin nesnesi olan insan topluluklarına son derece olumsuz yan etkileri bulunuyor.
Bu çılgınca tüketim ve kaçış turizmi, aynı, “İnsan en çok sevdiğini öldürür veya ona acı çektirir” aforizmasındaki gibi, tutku duyduğu veya reklamlar -tek taraflı iletişim modelleriyle- aracılığıyla kendisinde tutku uyandırılan “şeylere” ulaştırıyor bizleri. Ancak bu tutku nesnelerimiz, baktığı her şeyi taşa çeviren Medusa gibi, tutkularımız tarafından yok ediliyor. Denizi çok seviyoruz ama on binlerce kişi aynı sahile, aynı dönemde giderek, onu öldürüyoruz. Doğayı çok seviyoruz ama yaptığımız gezilerin çevresel etkileri, (binlerce kilometrelik uçuşlardan kaynaklanın karbondioksit emisyonlarının iklimsel etkileri, bölgede kurulan tesislerin kirleticiliği vb.) o sevdiğimizin her gün biraz daha eksilmesine, çürümesine neden oluyor.
Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), COP25 İklim Zirvesi’nde turizm sektörünün sebep olduğu ulaşım emisyonları hakkında yayımladığı raporunda, turizm kaynaklı taşımacılık emisyonlarının 2030 yılına kadar, insan kaynaklı CO2 emisyonlarının tümünün %5,3’ü kadar olacağı belirtilmişti. 2018 yılında Nature Dergisi’nde yayımlanan bir makale ise, dünya turizm sektörünün küresel karbon ayakizine katkısını %8 olarak belirledi (BM’nin raporunda birçok yan faktörün göz önüne alınmadığı ortaya çıktı). Ancak turizmin çevresel etkisi, hiç kuskusuz ki, emisyonlarla sınırlı değil…
Fantastik Olan Hangisi?
Bir yerin, bölgenin veya kentin kendisini tamamen turizme bağlamasının tehlikeleri de pandemide görünür bir hal aldı. Başka hiçbir iktisadi aktivitesi olmayan, olanları da zaman içinde turizm endüstrisinin içinde çiğnenip atılan bölgeler, bu tür kriz anlarında çok daha olumsuz etkileniyor. Kendi ayakları üzerinde duramayan sistemler, bir tür uydu alanlar yaratıyor ki, bunun hem sosyal, hem kültürel, hem ekonomik, hem de çevresel sonuçları yıkıcı olabiliyor.
Kitle turizminin, birçok alanın kültürel ve sosyolojik dokusunun bozulmasından sorumlu olduğuna kuşku yok. Girdiği bölgeye, önemli bir istihdam sağlamak ve ekonomik canlılık getirmekle birlikte, yüzyıllar içinde oluşmuş toplumsal yapıları, kültürel dünyayı, geleneksel sektörleri ve tarihsel dokuyu da paramparça etme potansiyeline sahip turizm. Bunun hem ülkemizde, hem de dünyanın dört bir yanında binlerce örneği mevcut. Dünyanın her yanında hızla yayılan Yavaş Şehir (Citta Slow) akımının, bu kültürel, çevresel ve sosyolojik tahribata bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığını biliyoruz.
Çamlıhemşin’de, hiç ekoloji demeden ekoturizmin en iyi örneklerinden birini sergileyen Yasemin Şişman, sohbetimiz sırasında şöyle deyiverdi: “Konuklarımıza, bizim pansiyonun saatinin ineklerin saatine ayarlı olduğunu en başta söylüyoruz”. Uç bir örnek veya söz gibi gelebilir ancak birçok kez yazdığım gibi, yaşadığımız irrasyonalite aslında çok daha uç değil mi? Bu anlamda, ineklerin saatine bağlı bir turizm, birçok kişiye, fazla fantastik ve “hippie” gelebilir, ancak pandemi sürecinde yaşadığımız son üç aya, maskeli yaşama, ekosistemlerin çöküşüne, Amazonlar’ın yanmasına ve Karadeniz’in o hırçın derelerinin aylardır çamur akmasına bakınca, hangisi fantastik diye düşünmeden edemiyor insan.
Sizce de bu işte bir terslik yok mu? İneklerin ve doğanın saatine uymak mı, yüzbinlerce kişinin; beş yıldızlı, her şey dahil turizm fabrikalarına tavuk istifi sıkıştırılması mı daha absürt ve sürreal? Geçtiğimiz on yılda, iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik konusunda söylediklerimiz, birçok kişi ve kurum tarafından hafif gülümsemeyle karşılanırken, bugün en büyük yatırım fonları, bankalar, dünyanın dört bir yanında iklim grevleri yapan yüzbinlerce genç, dünyanın en büyük kentlerinin yerel yönetimleri, biraz öngörü ve akıl sahibi olan siyasetçiler tarafından artık ana akım addediliyor.
Kendisi de turizmle çok uğraşmış değerli dostumuz Mahmut Boynudelik şöyle diyor: “Elbette başka türlü bir turizm mümkün. Ancak temel sorun, insanların yaşadıklarını mutlak kabul etmesi, değişime inanmaması, verili durumu adeta gökten inen, ruhani bir gerçeklik gibi hissetmesi. Ve bu tabii ki sadece turizmle ilgili bir konu değil”. Evet, turizmi tek başına değiştirmek mümkün değil, asıl olan hayatlarımızı, dünyayı kavrayışımızı, çalışma ve gündelik alışkanlıklarımızı değiştirmek. Onlar değiştiğinde, turizm de değişecek. Ve o zaman belki gerçekten, kopya duygulanımlarla oyalanmayacak, gerçek deneyimler yaşayabilecek ve bunu yaparken de, Medusa veya Kral Midas gibi gözümüzün ve elimizin değdiği doğayı ve toplumları yok etmeyebileceğiz…