Dirençli kentler, yaşanabilir şehirler, sürdürülebilir bir gelecek ve yerel yönetimler ile ilgili taleplerin her şeyden önce demokrasinin olabildiğince şeffaf ve adil uygulanmasına bağlı olduğunu göz önünde bulundurmak önem arz ediyor.
YAZI: Nihat NUYAN
Geçtiğimiz Mart ayının son günü gerçekleştirilen yerel seçimler; insanlık adına sürdürülebilir bir gelecek için yerel yönetimlerin ve dirençli kentlerin gerekliliğini hatırlatması bakımından ayrı bir öneme sahipti. Pek tabii seçim sonuçlarını siyasi partiler ve kazanımlar üzerinden tartışan bir gündem sürerken, seçim sonuçlarının açıklanmasıyla ortaya çıkan kimi tartışmalı hususları da göz ardı etmemek gerekiyor.
Sözlük Anlamının Dışında Demokrasi
Demokrasi ile ilgili süregelen sorgulamaların başında seçmenin yetkinlik düzeyi ve adil, eşit temsil hakkı geliyor. Demokrasi, bir parti veya ulusal hareketin, bir lider veya yargı mensubunun, bir mankenin veya dağdaki çobanın(!) algısı ve yanılgıları üzerinden tanımlanabilecek düzeyde yavan bir şey olmadığı için; sözlük anlamının dışına çıkarak, politik ve doğal olarak insani yönüyle işlemesi ön kabulüyle benimsenen bir idari işleyiş olduğunu söyleyebiliriz. Çoğunluğun istediğinin olması değildir özetle demokrasi, azınlığın tercihlerine tahammüldür.
Türkiye’nin gündemini sıklıkla işgal eden siyasi, dinsel, dilsel, kültürel alanlarda tekrarlanan ayrımcılık dili ve iktidar yapıları tarafından dayatılan manipülatif politikalar; toplumda hızla kutuplaşmayı ve buna bağlı olarak artan bir linç kültürünün görünür hale gelmesine de aracılık ediyor. Politik ayrışma yerini hızla nefret söylemlerine bırakıyor. Kimileri kendileri için bir lütuf olarak gördükleri demokrasiden devşirdikleri ve bilimsel, hukuksal veya insani dayanakları olmayan ilkel güdüleriyle diğerlerini hedef alıp, demokrasi tarafından sunulan en olağan hakların kullanılmasına engel olmaya çalışıyor. Demokrasi, pratikte istismara uğradıkça retorikte de anlam kayması yaşıyor.
Dirençli kentler, yaşanabilir şehirler, sürdürülebilir bir gelecek ve yerel yönetimler ile ilgili taleplerin her şeyden önce demokrasinin olabildiğince şeffaf ve adil uygulanmasına bağlı olduğunu göz önünde bulundurmak önem arz ediyor bu noktada. Demokrasi, keyfi hak ihlalleri ve kayyım gibi halk iradesini yok sayan uygulamalarla itibarsızlaştırıldığında, kaotik bir çöküş ne yazık ki ekonomik ve manevi ayrışmayla tetiklenir. Birlik olgusu zedelenir.
Ortak Paylaşım Sahasından Dirençli Kentlere
Dirençli kentlerin inşası için yerel yönetim düzeyinde politikalar üretmek, temelde yurttaşların katılımcı ve şeffaf yönetişim teknikleriyle olanaklı görünüyor. Bu bağlamda toplumun adil ve eşit katılım hakkının güvence altında tutulduğunu bilmesi değerli. Yerel yönetimleri belirleme yarışı olarak yerel seçimlerin; doğal afet ve çevresel felaketler karşısında yurttaşların öncelikli can ve mal güvenliğini sağlayan anayasal bir düzenleme olduğu unutulmamalı. Seçimin kazananı olarak sonuca ulaşan yetkililerin normal şartlarda birer partizan değil, halktan aldığı yetkiyi halkın denetimine açık şekilde yürütmekten sorumlu görevliler olduğunu da not edip, kalkınma ve doğayla barışık yaşamanın ön koşullarından birinin, birlikte yaşama refleksi göstermek olduğunu ifade etmek gerekiyor. Öte yandan, empati ve özeleştiri yoksunluğu bir toplumun birlikte yaşama refleksi önündeki en büyük engel olabilir. Irk, din, dil, kültür gibi ayrımlara dayanan söylemler bir yana, samimiyetten uzak göstermelik demokrasi yandaşlığı da, adil ve eşit birlikte yaşama pratiklerini tehlikeye sokabilir. Farklı düşünenlerin, alternatif fikirleri olanların düşmanlaştırılarak toplumun dışına itilmesi ve tek sesli, yavan bir fikir ortaklığının demokrasi adı altında sunulması en büyük tehlikelerden biri çünkü demokrasi ortak bir yönetim biçiminden öte, ortak bir paylaşım sahasıdır. Demokrasinin yerelde sağlıklı işlemesi başta sürdürülebilirlik olmak üzere dirençli kent modellerinin ve iklim krizine dayanıklı huzurlu bir yaşamın gereği. Öyleyse; doğayla olduğu kadar doğayı var eden canlılarla, dünyayla olduğu kadar dünyaya anlam katan insanlıkla iyi niyetli ve mazeretsiz bir bağ kurmak; madalyonun iki yüzünün bıçağın sırtı kadar keskin bir ayrımla farklılaştığını düşünmeden, seçim şansımızı ikiden bire düşürmek zorunda hissetmeden bir birliktelik, ortaklık fikri üzerinde uzlaşmak ve yerelden merkeze ve merkezden küresele bir anlayış birliği sağlamaya çalışmak; doğal afetlerden de öğrendiğimiz kadarıyla, insanlık adına yeryüzünde daha yaşanır yarınlara ulaşmanın tek yolu olabilir.
#ekoIQ dergisinin 111. sayısını buradan okuyabilirsiniz!