YAZI: Dr. Ezgi EDİBOĞLU, Doç. Dr. Sedat GÜNDOĞDU
2023 yılında ülkemizde gerçekleşen depremlerin yıldönümü haftasında konuşan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, enkaz kaldırmanın hacmen %91’inin tamamlandığını ifade etti.
Oldukça yüksek miktarlardaki enkaz atıklarının kısa sürede kaldırılması bir başarı olarak sunulurken, uygulamanın ne şekilde yapıldığı, tehlikeli atıkların bertaraf edilmesi için gerekli güvenlik önlemlerinin ne ölçüde alındığı ve ortaya çıkan durumun çevresel ve sağlık etkileri, arka planda kalıyor.
Depremin üzerinden bir yıl geçmişken karşı karşıya olduğumuz tablo gösteriyor ki, depremin uzun vadeli etkilerinde kritik rol oynayan inşaat ve yıkım atıkları (İYA) iyi yönetilemedi. Atıklar, önlem alınmaksızın, ihale usulüyle alelacele kaldırıldı. Mevzuat ve yönetmelikler dikkate alınmadı. Ekosistemlerde kalıcı hasarlar meydana geldi ve bölgede yaşayanlar çeşitli kimyasallara maruz bırakıldı. Tüm bunların yaratacağı sağlık riskleri konusunda ise sessizlik hakim.
Hem geçmiş ve beklenen depremler hem de kentsel dönüşüm planları dolayısıyla, bu atıkların iyi yönetilmeye başlanması, Türkiye için kritik önem taşıyor.
İnşaat ve yıkım atıkları, beton, tuğla, sıva, metaller, cam, seramik gibi birçok farklı materyalden oluşuyor. İnşaatın Türkiye ekonomisindeki yeri düşünüldüğünde, yalnızca kentsel dönüşüm ve tadilat ya da yenileme işlemleri sonucuyla bile ne kadar çok atık oluştuğu tahmin edilebilir.
Türkiye’de bu atıkların miktarı, ayrı bir atık kategorisi olarak takip edilmiyor. Ancak fikir vermesi için Avrupa Birliği verilerine bakacak olursak, buradaki toplam atıklarının üçte birinin inşaat ve yıkım atığı olduğunu görebiliriz. Türkiye’de de – herhangi bir afet yaşanmadığında dahi – atıkların kayda değer kısmının İYA olduğu söylenebilir.
Öte yandan, bütün inşaat ve yıkım atıkları bir değil: Kömür katranı, asbest, civa veya PCB (poliklorlu bifenil) içeren veya bunlarla kontamine olan tüm atıklar, tehlikeli atık kabul ediliyor ve bu doğrultuda bertaraf edilmeleri gerekiyor.
Ancak konuyla ilgili çalışmalara bakacak olursak, ortada bir afet olmadığında dahi bu atıklar doğru yönetilmiyor; yasadışı İYA boşaltımı devam ediyor. Bir çalışmaya göre, yalnızca İstanbul’daki kentsel dönüşüm çalışmalarının sebep olduğu yıkıntı atıkları, 55-65 milyon ton arasında tahmin ediliyor. Hafriyat toprağı da eklendiğinde, bu miktar 650 milyon tonu aşıyor. Ancak bu atıkların bir kısmı, şehirden uzak noktalara veya Belgrad Ormanı’na kaçak boşaltılıyor.
Kurallara uygun bertaraf edilmeyen atıkların hem çevresel zararları hem de yarattığı sağlık sorunları ise uluslararası çalışmalara da konu oluyor. Devasa bir yıkımın yaşandığı 6 Şubat depremlerinin ardından ise bu atıkların ne ölçüde yönetilebildiği, ciddi bir tartışma konusu olmalı.
Depremin hemen ardından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, alandan 116 ila 210 milyon ton arasında inşaat ve yıkım atığı (İYA) çıkacağını hesapladıklarını açıklamıştı. Bu miktar, 2022 yılında tüm Türkiye’de toplanan toplam atık miktarından (109,2 milyon ton) fazla. Başka bir araştırma makalesinde ise çıkan inşaat ve yıkım atıkları, 350 ila 580 milyon ton olarak hesaplanıyordu.
Farklı kaynaklarda önemli boyutta atıktan söz edilirken, 2 Şubat’ta açıklamalarda bulunan İçişleri Bakanı, 60 binden fazla acil yıkılacak ve yıkık binanın enkazlarının 68 günde tamamen kaldırıldığını söyledi. Ağır hasarlı 200 binden fazla binanın ise %80’inden fazlasının enkazları kaldırılmıştı.
Bu kadar ciddi miktarlardaki atığın bu kadar kısa süre içerisinde usulüne uygun olarak ortadan kaldırılabilmiş olması, akla yatkın görünmüyor. Bu atıkların yasaların önerdiği şekilde kaldırılmalarının, yıllar alması beklenirdi. Nitekim kentlerin en verimli sulak alanlarında, dere yataklarında ve tarım arazilerinde öylece duran ve her türlü kimyasalı barındırması muhtemel olan enkaz yığınları, bu şüpheleri doğrular nitelikte.
Deprem olduğu anda çöken binaların içinde her tür fonksiyona sahip malzeme bulunduğundan, bu yapıların sıradan inşaat ve yıkım atıklarından farklı içerikte olması oldukça muhtemel. Örneğin, çöken hastanelerde tıbbi atık, endüstriyel üretim yapan alanlarda kimyasallar ve makineler, ecza depolarında çeşitli ilaçlar, zirai ilaç satışı yapan yerlerde zirai ilaç ve kimyasallar, evlerde değişik metaller ve kimyasallar içeren her tür elektronik alet, termometre, yangın söndürme tüpü, asbestli duvar ve izolasyon malzemelerinin olması oldukça olası.
Bu atıkların kötü yönetilmesi ise, birbirlerine karışmaları, kimyasal tepkimelere girerek zehirli gazlar yaymaları, asbest gibi maddelerin rüzgarla dağılmaları sonuçlarını doğurabiliyor. Bu maddeler daha sonra solunuyor, rüzgar veya araçlar vasıtasıyla uzun mesafelerde yayılarak geniş alanları etkiliyor, yağmurlarla toprağa, oradan yeraltı sularına, nehir ve göllere ulaşabiliyor ve nihayet denizlere dökülebiliyorlar.
Bütün bunlar olurken bu maddeleri solumamak, yememek, içmemek ne ölçüde mümkün? Bunu tam olarak bilmek mümkün değil. Dolayısıyla depremin uzun vadeli etkileri arasında belki de en kritik unsurun inşaat ve yıkım atıklarının yönetimi olduğu söylenebilir.
Türkiye’de ise maalesef – oluşturdukları büyük tehlikeye karşın – enkazın bir an önce göz önünden kaldırılması ve inşaat faaliyetlerine yeniden başlanması yöntemi tercih edildi. Atıklar, herhangi bir önlem alınmaksızın, ihale usulüyle alelacele kaldırıldı ve en olmadık alanlara depolandı. Bu işlemler, ilgili yasalar ihlal edilerek, kontrolsüzce ve itirazları dikkate almaksızın yapıldı.
Bakanlık tarafından yapılan ihaleyi kazanan firmalar, binaları ilkel yöntemlerle yıkarak kentleri koca bir zehirli toz bulutuna büründürdüler. Başta tekrar aday yapılan Hatay Belediye Başkanı olmak üzere belediyeler ise bu aceleci yaklaşıma ortak oldular ve enkazların dökülmemesi gereken yerlere boşaltılmaları için yol gösterdiler. Bugün devasa enkaz yığınları, kentlerin verimli sulak alanlarında, dere yataklarında ya da tarımsal alanlarında duruyor.
Uzmanlar, erken dönemden itibaren, bu atıkların yanlış yönetildiğine, sulara ve tarımsal arazilere karıştığına dair endişelerini dile getirdiler. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalar ise, bu uyarıların yersiz olduğunu, atıkların usulüne uygun yönetileceğini savunuyordu.
Fakat sahadan gelen görüntüler, uzmanların kaygılarını haklı çıkarıyor. Hatay’ın enkaz kaldırma tozu nedeniyle görünmez halde olduğunu ortaya koyan çok sayıda görüntü bulunuyor. Şu ana kadar yapılan araştırmalar da bu şüpheleri destekler nitelikte.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, Hatay’dan aldığı örneklerde asbest tespit ettiği bir çalışma yayınladı. Başka çalışmalar ve değerlendirmeler, atıkların kötü yönetildiğini ortaya koydu; hatta bunların bazıları uluslararası yayınlarda da yer aldı.
Bu tespitler ve raporlar, deprem enkazının sulak alanlara, dere yataklarına ve zeytinliklere, sızdırma önlemi alınmaksızın döküldüğünü ortaya koyuyor.
Aynı TMMOB raporuna göre, enkaz kaldırma çalışmalarında çalışanlar maske kullanmadı; atık taşıyan kamyonlar tozu engelleyecek şekilde kapatılmadı; asbestli yapılar, enkazları kaldırılırken yeterince sulanmadı.
Bu raporların hemen hemen hepsi, depolama alanlarının insan yaşam alanlarına yakın olduğunu da belirtiyor. Bizler de hem deprem bölgesinde yaşayan hem de o süreçte alanı çok defa ziyaret eden insanlar olarak, bazı depolama alanlarının insan yerleşim alanlarına yakın olduğunu gördüğümüzü ifade etmek isteriz.
Bu durumun yol açacağı olası sağlık sorunları ise şu ana kadar yalnızca konunun uzmanları tarafından dile getirildi. Yasa yapıcıların ve karar vericilerin bu konuda herhangi bir açıklama yapmadıkları veya uyarıda bulunmadıkları görülmektedir. Mevcut durumda, enkaz atıklarının yönetilememesinin yaratacağı sağlık sorunları, yalnızca akademik makalelerde dile getiriliyor ve gerekli uyarılar, yalnızca bilim insanları tarafından yapılıyor.
Özetle, deprem bölgesinde yapılan uygulamalarda çevre ve insan sağlığına dair herhangi bir önlemden bahsetmek söz konusu değil. Bakanlık, yalnızca kendi yönetmeliklerini hiçe saymakla kalmıyor, uluslararası afet atığı yönetimi standartlarına da uymuyor.
Oysa başka bir yol mümkündü, fakat bunun için çok önceden planlanmış bir enkaz kaldırma stratejisine ihtiyaç vardı. Asgari düzeyde de olsa önemli bir yol gösterici olabilecek mevcut yönetmelik ise dikkate alınmadı.
Çevre Kanunu’nun 8. Maddesi, ‘kirletme yasağı’ başlıklıdır ve atıkların ilgili yönetmeliklere aykırı yönetilmesini yasaklar. Mevzuata göre, bölgede bir Kriz Merkezi kurulması ve atıkların, ilgili üç mevzuatın (Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği, Atık Yönetimi Yönetmeliği ve Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmelik) öngördüğü şekilde yönetilmesi gerekir.
Bu çerçevede temel amaç, atıkların çevreye ve insana en az zarar verecek şekilde yönetilmesi olmalıydı. Atık türleri, kaynağında ayrı ayrı toplanmalı, azaltımları ve geri dönüştürülmeleri hedeflenmeli, doğrudan toprak, deniz, göl veya akarsulara dökülmemeliydi. Tehlikeli atıkların ise kendi özel usullerine göre yönetilmeleri gerekirdi.
Benzer şekilde, yıkımların kontrollü yapılması, gürültü ve görüntü kirliliğinin yanı sıra toz emisyonlarına dikkat edilmesi, atıkların depolanacakları yerlerin ise atığın türüne uygun tasarlanması beklenirdi.
Depolama alanlarının yeraltı suyuna veya toprağa sızdırma yapmaması, bu alanlarda yangın, koku ve patojenlerin engellenmesi de bir diğer gereklilik.
Atıkların depolama alanlarına kabulü için ise atıklar hakkında bilgi toplanması ve gerekli testlerin tamamlanması, yine öngörülen adımlar arasındaydı.
Oldukça kapsamlı hazırlanmış olan bu yönetmelikler, aynı zamanda şu anda karşı karşıya olduğumuz birçok sorunu da önleyebilirdi.
Örneğin, bu konuyu düzenleyen Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmeliğe İlişkin Genelge şöyle diyor:
“Hafriyat toprağı sahaları, toprak işlenmesine elverişli ve üretim potansiyeli yüksek olan arazilerle, sulu tarım ve bağ-bahçe olarak kullanılan arazilerin veya sınıfı ne olursa olsun iklim özelliklerinden yararlanılarak tarımsal üretime ayrılan arazilerde, içme, sulama ve kullanma suları rezervuarlarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanlarında kurulmaz (…) Hafriyat toprağı sahalarının en yakın yerleşim birimine olan uzaklığı 200 metre (iki yüz), mezarlıklara olan uzaklığı ise 100 (yüz) metreden az olamaz.”
Benzer şekilde, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği, inşaat ve yıkım atıklarının sulak alanlara dökümünü; Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ise tarım alanlarının amacı dışında kullanımını yasaklar.
Kısacası, inşaat ve yıkım atıklarının bugün deprem bölgesinde yapıldığı şekliyle yönetilmesini engelleyecek tüm yönetmelikler, aslında Türkiye’de mevcut. Karşı karşıya olduğumuz durum ise, yönetmeliklerin tek başına hiçbir anlam taşımadığını ortaya koyar nitelikte.
Deprem nedeniyle ortaya çıkan inşaat ve yıkım atıkları, içerikleri dolayısıyla, tüm ekosistemi ciddi olarak etkileme potansiyeline sahip. Tam da bu nedenle, aslında detaylı mevzuat araştırmasına girmeye dahi gerek yok. Yalnızca Anayasa’nın 56. Maddesi dikkate alındığında dahi (“Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir”), mevcut durumun yalnızca yönetmelik değil, bir anayasa ihlali olduğu kolayca anlaşılıyor.
Ancak anayasanın işlevsiz olduğu bir iklimde bu durumun da yeteri caydırıcılığının olamayacağını görmenin, depremle beraber ortaya çıkan yalnızlığı ve boşvermişliği daha da derinleştirmesi işten bile değil.
Depremin üzerinden bir yıl geçti ancak henüz barınma ve su gibi temel ve acil ihtiyaçların dahi yeterli düzeyde karşılanamadığı bölgeler bulunuyor. Bu şartlarda, deprem atıklarının sebep olacağı çevresel sorunlar için planlama ve yatırım beklemek, “lüks” görülebilir. Fakat aslında bu atıkların çevresel koruma bakış açısıyla ve yasalara uygun yönetimi, meydana gelmesi muhtemel ekonomik ve sosyal sorunların azaltılmasında kritik öneme sahipti.
Bugün geldiğimiz noktada, deprem atıklarının kötü yönetimi nedeniyle ekosistemlerde kalıcı bir kirlilik oluştu. Bölgede yaşayan insanlar, çok çeşitli kimyasallara maruz kaldı. Gelişigüzel toplanan atıklar ise kalıcı birer utanç abidesine dönüştü.
Aradan geçen bir yılın ardından ortaya çıkan fotoğraf, terk edilmiş bir bölge ve feda edilmiş bir çevre ile kalıcı olarak hasara uğramış bir sağlık yönetimini ortaya koyuyor.
Karbon emisyonları azaltımı hedeflerini açıklayan Kanada hükümeti, resmi danışma kurulunun tavsiye ettiği miktarın altında bir…
Türkiye’de son yıllarda birçok göl ve su kaynağında yaşanan kuraklık, Salda Gölü'nde de derinden hissediliyor.…
Karadeniz'de iki Rus petrol tankerinin ağır hasar almasıyla petrol sızıntısı yaşandığı açıklandı. Greenpeace ise iki…
Yeni ABD Başkanı Donald Trump'ın geçiş ekibi, elektrikli araçlara ve şarj istasyonlarına yönelik desteğin kesilmesini…
İklim değişikliği açısından dönüm noktası olarak nitelendirilen ve Uluslararası Adalet Divanı'ndan görülen davanın duruşmaları sona…
Enerji Yatırımcıları Derneği Başkanı Cem Özkök, GES ve RES projelerinin yapı denetim kapsamından çıkarılmasının, yatırımcıların…