“Gerçekten de Paris Anlaşması’nın ‘en fazla’ 2 derece artış hedefini gerçekleştirmek bile giderek imkânsız hale geliyor. Eğer bütün ülkeler sözleşme yükümlülüklerini yerine getirseler bile – ki bu mümkün değil—küresel iklimin 2100 itibarıyla 3 derece ısınması olasılığı %66 gibi yüksek bir olasılık. İki derecelik bir artış bile büyük sorunlara yol açacakken, 3 derecelik bir artış gelecek nesiller için bir çeşit cehennem olacak gibi görünüyor.” Bu sözler AB Politikaları Jean Monnet (JM) Kürsü Başkanı Ali Tekin’e ait.
YAZI: Dilan KARACAN
Küresel iklim krizinin geldiği boyut çanların bizim ve gelecek nesiller için çaldığını söylüyor. Durumun aciliyeti ortada ve atılan somut adımlar bir an önce artırılmazsa yakın gelecekte çok vahim sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu hususta 1-12 Kasım tarihleri arasında Glasgow’da düzenlenecek COP26 zirvesi oldukça önemli bir konumda. Her yıl düzenlenen zirve, 197 ülkeyi bir araya getirerek, iklim değişikliğinin ve ülkelerin bununla nasıl mücadele edeceğinin tartışıldığı bir platform yaratıyor. 2020 yılında pandemi nedeni ile yapılamayan zirve 2021 Kasım ayına ertelenmişti. COP zirveleri, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) bünyesinde düzenleniyor. Küresel ısınmaya yönelik hükümetlerarası ilk çevre sözleşmesi olan UNFCCC’nin yürürlüğe girdiği 21 Mart 1994’ten bu yana, COP zirveleri düzenleniyor.
COP26 ise, Paris Anlaşması’nın imzalandığı COP21’den bu yana kaydedilen gelişmenin değerlendirileceği ilk zirve olacak. Yakın geçmişe bakarak neler başarıldığı ve hangi konularda başarısız olunduğunun muhasebesi yapılacak.
COP26’yı, iklim krizinin geldiği noktayı, ABD’nin zirveye olan etkisini, zirvenin yaratacağı olası etki ve sonuçları, ülkelerin politik ve ekolojik performanslarını ve Türkiye’yi Avrupa Birliği (AB) Politikaları Jean Monnet (JM) Kürsü Başkanı Ali Tekin ile yaptığımız söyleşide masaya yatırdık.
Öncelikle COP26 ertelenebilir mi? Çevrimiçi bir COP26 olma olasılığı var mı?
Erteleneceğini düşünmüyorum. Özellikle ABD Başkanı Joe Biden bu konuya büyük önem veriyor ve bir küresel bir aciliyet olarak değerlendiriyor. Bu konuda liderlik yapma iradesini net olarak ortaya koymuş durumda. Geçtiğimiz ay 40’a yakın ülke liderinin katılımıyla yapılan çevrimiçi iklim zirvesi ABD’nin yeni anlayışını net biçimde ortaya koydu.
Büyük olasılıkla, Kasım ayında İskoçya’da yapılacak olan zirveye kadar COVID-19 salgını –en azından—katılacak liderler için büyük ölçüde kontrol altına alınmış olacaktır. Büyük bir kamuoyu baskısı altında birkaç popülist lider dışında böylesine önemli bir zirveye katılmamak açıklanabilir görünmüyor
Küresel iklim değişikliği neden acil bir hal aldı? Somut veriler nelerdir?
Bu 10 yılın sonuna kadar iklim değişikliğine karşı radikal önlemler alınmazsa, 2100 yılı itibarıyla bu sorun geri dönüşü olmayan bir aşamaya gelmiş olacak. Bilim insanlarının çoğunluğunun önerdiği hedef, yakın dönemde (bu 10 yıl içinde) seragazı salımının 2100 yılı itibarıyla küresel ısınma artışının 1.5 derece ile sınırlanmasını mümkün kılacak düzeylere indirilmesi.
Ancak daha gerçekleştirilebilir görülen, 2015 Paris Anlaşması’nın ortaya koyduğu hedef ise, seragazı salım düzeylerinin 2100 itibarıyla küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlamayı mümkün kılacak düzeylerde tutulması.
BM Çevre Programı’nın hesaplarına göre, eğer 2010 itibarıyla ciddi adımlar atılmış olsaydı, maksimum 2 derece (veya 1.5 derece) artış hedefini tutturmak için emisyonda yapılması gereken azaltma yalnızca yılda %0,7 (veya %3,3) düzeyinde olacaktı. Bu olmadığı için, 2020 itibarıyla bu hedefleri gerçekleştirebilmek için gerekli emisyon azaltışının yıllık %2,7 (veya %7,6) civarında olması gerekiyor. Ya da oldukça pahalı olacak olan, acil bir karbonsızlaştırma (decarbonization) programına başvurulması zorunlu olacak—ancak bunun yapılmasının daha da zor olacağı açık.
Gerçekten de Paris Anlaşması’nın “en fazla” 2 derece artış hedefini gerçekleştirmek bile giderek imkânsız hale geliyor. Eğer bütün ülkeler sözleşme yükümlülüklerini yerine getirseler bile – ki bu mümkün değil—küresel iklimin 2100 itibarıyla 3 derece ısınması olasılığı %66 gibi yüksek bir olasılık. 2 derecelik bir artış bile büyük sorunlara yol açacakken, 3 derecelik bir artış gelecek nesiller için bir çeşit cehennem olacak gibi görünüyor.
Ülkelerin bu zamana kadar ki performanslarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya, Paris Anlaşması hedeflerinin oldukça uzağında kaldı. Prof. Adrian Raftery’nin başında olduğu araştırma ekibine göre, ülkeler verdikleri sözleri yerine getirseler bile, dünyanın yüzyılın sonuna kadar “en fazla” 2 derece ısınma hedefini gerçekleştirme olasılığı sadece %5. Küresel emisyon her yıl %1,8 artıyor. 2 derecenin altında kalan bir artış hedefine ulaşılması, ancak Paris Anlaşması çerçevesinde verilen sözlerin %80 oranında artırılması halinde mümkün. Pandemi dönemi öncesindeki artış trendi devam ederse, 2030’larda iklim sorunu geri dönülmesi zor bir aşamaya gelmiş olacak.
ABD’nin Trump döneminde Paris Anlaşması’ndan çıkması küresel çabalara büyük bir darbe indirdi. Biden’ın çabası bu durumu onarmayı hedefliyor. Ancak iddialı hedeflerin ayrıntılı planlarla desteklenmesi çok önemli.
Çin lideri Çi Cingpin, sorunun arkasındaki bilimsel konsensüsü kabul ediyor. Ama Çin 2007 yılından bu yana seragazı emisyonunda dünya lideri —bugün neredeyse ABD emisyonunun iki katına yakın emisyon üretiyor. 1996 yılından sonra karbondioksit salım miktarı Çin’de dramatik oranda arttı (%100 civarında). Hindistan Başbakanı Narendra Modi ulusal emisyonun hızlı artışında bir sorun görmeyenlerden. Popülist diye bilinen liderlerin bu konuda bilimsel kanıtlara prim vermediklerini görüyoruz. 1996 yılından pandeminin başlangıcına kadar Hindistan’ın karbondioksit salım oranı yaklaşık %55 arttı.
Diğer yandan AB, emisyon miktarında mütevazı da olsa bir düşüş sağlamış durumda. Çevre bilincinin en yüksek olduğu bölgenin Avrupa olduğu açık. Mevcut politikalar yanında, geçen yıl AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, 2030 yılına kadar seragazı emisyonunu %55 oranında azaltacak bir planı gündeme getirdi.
Gelişen ülkelerin çoğunlukla farklı bir yaklaşımları var. Bu ülkeler kişi başına düşen tarihi emisyon oranlarına bakıldığında küresel ısınmaya gelişmiş ülkelerin yol açtığını ve sorunun çözümü için de daha fazla sorumluluk almaları gerektiğini ileri sürüyorlar. Bir Avustralyalı yılda 20.6 ton salıma yol açarken, bir İngiliz 9.7 ton, bir Hintli 1.2 ton, bir Kenyalı ise sadece 0.3 ton salıma yol açıyor.
Sonuç olarak… Paris İklim Anlaşması’ndan kaynaklanan yükümlülükleri ve gerçekleşen emisyon miktarlarına bakılırsa, 2020 yılı itibarıyla ABD yükümlü olduğundan daha fazla salım yaparken, Çin, Hindistan ve Avrupa hedeflerini tutturmuş gözüküyor. Ancak bunlar oldukça yetersiz. Ne yazık ki, daha 2019 yılında tarihin en yüksek karbon salımı yapıldı. Oysa, yüzyılın sonunda “en fazla” 2 derece hedefini tutturabilmek için salım miktarlarının çok hızlı bir şekilde düşürülmesi ve bunun hemen artış bugünden başlayarak yapılması gerekiyor.
ABD’nin COP26’daki varlığının etkileri hakkında yorumlarınızı alabilir miyiz?
ABD Başkanı Joseph Biden göreve geldikten sonra ilk işlerden birisi olarak ülkesini Paris Anlaşması’na yeniden dahil etti. Geçtiğimiz ay 40’a yakın ülke liderinin katıldığı çevrimiçi iklim zirvesine öncülük eden Biden, ülkesi adına oldukça iddialı bir vaat ortaya koymaya ve diğer ülkeleri de bu çabaya katılmaya davet etmeye hazırlanıyor.
Biden’ın planı, Başkan Obama’nın 2015 Paris Anlaşması bağlamında ABD’nin 2005 emisyon düzeyini %26-28 oranında azaltmayı içeren vaadinden çok daha ileri giderek, 2030 itibarıyla ABD’nin 2005 yılı emisyon düzeyini en az %50 azaltmayı öngörüyor.
Elbette, bu iddialı yaklaşım, diğer büyük ekonomilerin de iddialı planlar ortaya koyması beklentisine kaynaklık ediyor. Biden’ın planı, bu yılın sonunda İskoçya’da toplanacak olan BM iklim zirvesi öncesinde diğer ülkelerin hedeflerini kapsam ve ivedilik yönünden bir ortak çerçeveye oturtmayı amaçlıyor.
Pek çok yorumcunun dediği gibi ABD’nin, yüksek emisyon ülkelerini İskoçya’ya iddialı hedeflerle gelmeye ikna etmek için yapabileceği en iyi şey, kendisi için oldukça yüksek bir hedef ortaya koymasıydı. Biden yönetimi bunu yaptı.
İngiltere de önemli bir duyuru yaptı. Ülkenin 1990 düzeyleri üzerinden %78’lik bir azalmayı 2035 yılı itibarıyla başarma sözü vererek, 2050 yılı için net sıfır hedefinin dörtte üçünü gerçekleştirmiş olmayı hedeflediğini ortaya koydu. Muhtemelen ABD ile koordineli bir biçimde diğer ülkeleri teşvik etme amacı da taşıyor.
Bilimsel konsensüse rağmen, ortak küresel eyleme geçmek neden kolay olmuyor?
İklim, bir küresel kamu malıdır (global public good). Küresel kamu (ortak) malını herkes kullanır-kimseyi kullanımdan dışlayamazsınız ya da birinin kullanımı diğerinin kullanımına mâni değildir. İklim (örneğin hava kalitesi olarak) böyle bir maldır. Bu malları herkes kullanabilir ama bu malların sağlanması için her bir kullanıcının yükümlülüklerini yerine getirme isteği oldukça zayıftır. Ülkeler için de böyledir. Buna “bedava binici” (free rider) problemi deniyor.
Bu nedenle kamu mallarının üretim ve dağıtımı her zaman kolay olmuyor. Bunu sağlayacak aktör ya da aktörlere gerek duyuluyor. Bir dünya devleti yok, tek elden politikalar oluşturulup uygulamaya konamıyor kolayca. Bir dünya devletine en yakın şey BM. Ancak BM’nin ulus devletler karşısında fazlaca bir yaptırım gücü bulunmuyor. Örneğin, Paris Anlaşması’nın taraf ülkeler üzerinde bağlayıcılığı bulunmuyor, uygulama ülkelerin inisiyatifine bırakılmış durumda.
İhtiyaç duyulan şey, bu konuda güvenilirliği ve kapasitesi yüksek, hegemonik bir ülkenin ya da güçlü ülkelerin bir araya gelerek dünyanın diğer ülkelerine öncülük edip, ortak bir iklim politikası oluşturup uygulanmasını sağlayabilmek. Yani BM şemsiyesi altında ortaya çıkan konsensüsü canlı tutacak ve ülkelerin yükümlülüklerini yerine getirmelerini takip edecek, gerektiğinde kullanılmak üzere bir ödül ve ceza sistemini yaşama geçirecek bir küresel siyasi iradenin ortaya çıkması elzem.
Bir iklim değişikliğiyle mücadele rejiminin öncülüğünü yapmak için en uygun ülke ABD. ABD’nin içinde olmadığı hiçbir aranjmanın tam başarı sağlaması olası görünmüyor. Ancak AB’nin bu konudaki yüksek bilinci, kaydettiği ilerleme ve sahip olduğu teknokratik yetenekleri göz önüne alındığında, iklim rejimine ABD ile birlikte liderlik etmesinin rasyonelliği ortaya çıkar.
Kasım ayında İskoçya’da yapılacak konferansta ne gibi kararlar çıkabilir? Radikal ve hızlandırıcı kararlar görebilir miyiz?
COP26’dan ne tür kararlar çıkabileceğini tahmin edebilmek için yüksek emisyon üreten ülkelerin günümüzdeki pozisyonlarına bakmak gerekir.
Belirttiği gibi, Biden yönetimi altında ABD’nin iklim değişikliğiyle mücadeleye ivedilikle ve büyük ciddiyetle eğileceği görülüyor. Biden yönetimi yeşil ekonomi anlayışını ABD ekonomisinin geleceği için büyük bir dönüşüm vizyonunun merkezine almış görünüyor. (Demokrat Parti’yi destekleyen seçmenlerin ülkenin en önemli sorunları sıralamasında sağlık sigortası konusundan sonra ikinci sırada iklim değişikliği geliyor.)
Kısmen popülist siyasi söylemlerine rağmen Boris Johnson hükümetinin de İngiltere’ye çizdiği yönün Trumpian değil, Biden yönetimiyle uyumlu olduğunu görüyoruz.
AB üye ülkelerinin hemen hemen hepsinin oldukça yüksek emisyon azaltım hedefleri ortaya koyduklarını biliyoruz.
En yüksek emisyon üreten Çin, Nisan ayı içindeki son çevrimiçi zirvede 2030 itibarıyla zirveyi gördükten sonra 2060 itibariyle karbon ayak izini bitireceğini vaat etti.
Küresel emisyonun üçte ikisi 125 civarında ülkede üretiliyor. Bu ülkelerin bir kısmı yüzyılın ortasına kadar sıfır net emisyona ulaşmak için çoktan harekete geçmiş durumda, bir kısmı da bu yönde planlar yapıyorlar.
Bu konferansta, sorunun ivediliği ve ciddiyeti üzerinde bir konsensüs oluşması olası. Özellikle ABD-AB liderlerinin diğer ülke liderlerini özendirici ve hatta zorlayıcı bir tavır göstermeleri beklenebilir. New Climate Institute uzmanlarından Niklas Höhne’nin ortaya koyduğu verilere göre, 2015 Paris vaatleri tutulsa bile yüzyılın sonunda ulaşılacak olan küresel ısınma artışı %2,6 olurken, gerçekten uyguladıkları hesaba alındığında bu artış %2,9 dereceyi bulacak.
Bu koşullar altında dünyanın sarsıcı bir dönüşüm için harekete geçirilmesi gerekiyor. Bu bağlamda oldukça agresif, radikal ve acilen uygulanmak üzere kararlar gündeme gelecektir. ABD iklim politikası elçiliği görevine gelen John Kerry yoğun bir diplomatik çaba içine girmiş durumda. Ancak günümüzün çalkantılı stratejik ortamında ve ağır pandemi koşullarında ulaşılan sonuçların nasıl olacağını kestirmek kolay değil.
Önceki COP’lara göre içerik, niyet ve pratik bakımından COP26 daha etkili sonuçlar yaratabilir mi?
COP21’de kabul edilen Paris Anlaşması bir yandan büyük bir başarıydı, küresel iklim değişikliğini dünya kamuoyunun gündemine taşıdı. Ülkelerin bu sorunun çözümü yönünde atacakları adımlar için bir çerçeve ortaya koydu. Ancak ortaya konulan hedefler iklim krizini çözmek için yeterli değildi. Ek olarak, Trump döneminde ABD’nin küresel iklim sorununun varlığını reddetmesi ve Paris Anlaşması’ndan çıkması küresel çabaları sekteye uğrattı.
ABD dünyada emisyon üretiminde 2. sırada yer alıyor ve dünyadaki emisyonun yaklaşık %15’ini üretiyor. Biden yönetiminin ortaya koyduğu %50’lik emisyon azaltma hedefi küresel ısınmanın 1.5 dereceyle sınırlanabilmesi için zorunlu. Ancak Climate Action Tracker adlı kuruluşa göre, ABD’nin azaltması gereken emisyon miktarı %75’e kadar gitmeli çünkü ABD’nin tarihi olarak ürettiği emisyon miktarı dikkate alındığında bu düzey adaletli bir yük paylaşımı olur.
ABD, geriye kalan %85’lik emisyonu üreten ülkeleri de ikna etmek ve hatta zorlamak istiyor. Bu açıdan, Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi büyük emisyon üreten ülkelerin yaklaşımları Paris’te ortaya konulan hedeflerin gerçekleşmesi için yaşamsal önemde olacak. Çin, Hindistan ve Rusya henüz ayrıntılı planlar ortaya koymuş değiller.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres dünyanın felaketin eşiğinde olduğunu, mevcut durumun hedeflerden oldukça uzakta kaldığını belirtiyor ve durumu şu radikallikte tanımlıyor: “Bu yıl aksiyon yılı olmalı – bu bir ölüm veya kalım yılı.” Bu çığlığı en iyi fazla duyanlar AB ülkeleri.
ABD-AB Transatlantik bloğunun iklim politikalarını geçmişte olmadığı kadar ciddiye aldıkları ve acilen çözümler üretilmesi için iş birliği yapacakları bir döneme giriyoruz. Bu bloğun iklim politikalarını diğer ülkelerle ilişkilerin temel bir unsuru olarak ele alacaklarını söyleyebiliriz.
Pandeminin artırdığı iklim farkındalığının COP26’ya ne gibi etkileri olabilir?
Pandemi tehdidi öteden beridir iklim değişikliği ile birlikte anılıyor. Bazı bakımlardan her iki sorunun da aynı temel nedene dayandığı, insanlığın doğanın dengelerini bozan faaliyetlerinden kaynaklandığını öne sürmenin bir mantığı olduğu belli. COVID-19 virüsünün yaban yaşamın daralmasıyla, özellikle ormanların azalmasıyla ilgisi irdeleniyor.
Pandemi, insanlığın birkaç onyıl sonra karşılaşmayı beklediği sorunlarla bugünden yüzleşmesine vesile oldu. Tarih, hızlandı. Bill Gates gibi öncü kişiliklerin bir süredir buna dikkat çektiklerini biliyoruz.
İkincisi, pandemi küresel dönemde ülkelerin geçirgenliğini ortaya serdi. Virüsün seyahatlerle hızlı yayılımı, tedarik zincirlerinin etkin işlemesine olan ihtiyaç, iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından yalnızca bazı ülkelerin değil, bütün dünyanın oldukça hızlı biçimde etkileneceğini gözlere soktu.
Pandemi koşullarının ürettiği yoksullaşma ve güvencesizleşme; iklim değişikliğinin ivme kazandırması kaçınılmaz gözüken göç dalgaları, yoksullaşma, açlık, pek çok ülkede ırkçılık ve ayrımcılık gibi yıkıcı akımların güçlenmesi gibi pek çok sorunu besleyeceğinin ön gösterimi gibidir.
Sizin konferanstan beklentileriniz nelerdir?
Ali Tekin: Demokratik ülke liderlerinin öncülüğünde önemli kararlar alınabileceğini düşünüyorum. Bu konferansta da ana kutupların liberal demokrasiler, otoriter rejimler arasında olacağını tahmin ediyorum. Ancak otoriter ülkeler arasında da iklim değişikliği tezini reddeden popülist liderlerin iktidarda oldukları –Brezilya, Hindistan, Rusya, Macaristan gibi– ülkeler ile devlet kapitalizmi üzerinden küresel ekonomiye fazlasıyla entegre olmuş –Çin başta olmak üzere, Vietnam, Endonezya gibi– arasında bir ayrımın da ortaya çıkması büyük olasılıktır. Örneğin Çin’in bazı yeşil enerji alanlarına yoğun yatırımlar yaptığı görülüyor.
Bu çerçevede bakıldığında ABD-AB bloğu ile küreselleşmeden fazlasıyla yararlanan ülkeler arasında küresel iklim kriziyle ilgili bir ortak anlayışın ortaya çıkacağını düşünüyorum. Diğer ülkelerin de baskı altına alınmaları beklenebilir.
Türkiye ve COP26 bağlamında neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye bugün itibarıyla Paris Anlaşması’nı henüz onaylamamış 6 ülkeden birisi—diğerleri Eritre, İran, Irak, Libya ve Yemen.
Türkiye’nin karbondioksit emisyon miktarı 1990 yılından 2017 yılına %140 arttı. Kişi başına düşen karbondioksit salım miktarı ise 1990 yılında 4 ton iken, 2017 yılında 6.6 tona yükseldi. Toplam salım, 1990 yılında 219.2 tondan 2017 yılında 526.3 tona çıktı. 2019 yılı itibariyle Türkiye karbondioksit salımı açısından en çok kirletenler arasında 15. sırada.
Türkiye’de en fazla seragazı salımı yapılan iki sektör enerji ve endüstridir. Dolayısıyla bu sektörlere odaklanmak gerekir.
Türkiye’nin BM Sekretaryasına sunduğu ilk politika belgesi 2015 tarihlidir. Bu belgeye göre, herhangi bir politikanın izlenmemesi (mevcut durumun devam etmesi) halinde 2030 yılı itibarıyla ortaya çıkacak rakamdan %21 daha düşük bir emisyon hacmi öngörüyor.
Yine bu belgeye göre Türkiye 2030 yılında kadar güneş enerjisinden 10 bin MW, rüzgar enerjisinden 16 bin MW üretmeyi, hidroelektrik potansiyelinin tamamının değerlendirmeyi, bir adet nükleer santralın devreye sokmayı ve elektrik üretim ve dağıtım ağının kayıp oranını %15’e indirmeyi hedefliyordu.
Diğer yandan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın analizine göre ise, 1990’da 4 ton olan kişi başına salım 2030 yılı itibarıyla 10.5 ton düzeyine çıkacaktır. 1990 yılından 2030 yılına kadar geçen dönemde salım artışının %438 olacağı ve bu miktarın %21’lik azatlımdan sonra %326 olarak gerçekleşeceği öngörülüyor. Bu durumda, Türkiye’nin seragazı salımları neredeyse kontrolsüz olarak artmış olacak.
Türkiye’de karar vericilerin ve sivil toplumun küresel ısınmayla ilgili farkındalığı oldukça yetersiz. Kamu politikalarının oluşturulmasında iklim değişimiyle mücadele ya da etkilerine uyum sağlama anlayışı henüz gelişmedi.
Türk siyaset arenasında, emisyon oranını kontrolsüzce arttıran aktörler, çıkarlarının farkında ve karar vericileri etkilemek için örgütlü. Ellerinde önemli finansal kaynakları var. Diğer yandan, gaz salımından kısa veya uzun vadede olumsuz etkilendiği açık olan geniş toplumsal kesimler ise, ne bu konuda farkındalık geliştirmiş ve sorunu yeterince sahiplenmiş, ne de bu konuda örgütlü bir siyasi faaliyet içine girdi. Ellerinde siyaset sınıfını etkilemek için kullanabilecekleri kaynaklar oldukça sınırlı. Çevreci örgütlerin güçleri yettiğince dile getirdikleri sorunlar genel bir toplumsal duyarlılığa nadiren yol açıyor.
Siyaseten halkın en önemli güçlerinden biri oy. 2019 sonunda termik santralların filtre takma zorunluluğunu erteleyen yasanın TBMM’de kabul edilip arkasından Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi, sorundan doğrudan etkilenen vatandaşların oy davranışının değişme olasılığının hissedilmesinden kaynaklandı. Ancak çevreye etkisi bu kadar doğrudan ve net olarak fark edilmeyen hallerde siyasi kararlar hemen hemen her zaman çevreyi kirleten az sayıda ama farkındalığı ve örgütlülüğü yüksek aktörlerden yana olur. Bu gibi kolayca farkındalık ve bilinç oluşamayan konularda, halkın çıkarlarına sahip çıkacak özerk kamu kurumlarının önemi ortaya çıkıyor.
Kamuoyunda Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylayabileceğine dair bir beklenti oluştu. Bu beklentinin karşılık bulması COP’ta Türkiye adına ne anlama gelir?
Türkiye’nin onayı, COP26’da geç kalmış bir adımın atılması anlamı dışında hiçbir anlam ifade etmez.
Son yıllarda Türkiye’de karar verme yetkisi Cumhurbaşkanlığı makamında toplandığı için, herhangi bir kararın hangi yönde verileceğini öngörmek giderek zorlaştı. Ancak son dönemde yapılan “geleceğimizi AB içinde görüyoruz” minvalindeki açıklamalardan da anlıyoruz ki, dış politikada Batı dünyasının sempatisini kazanmak için adımlar atılmak isteniyor. Dolayısıyla Kasım ayından önce Paris Anlaşması’nın onaylanması pek de şaşırtıcı olmaz. Siyaseten de kısa ve orta vadede bir maliyeti görünmüyor. Kadına şiddeti önlemeye yönelik İstanbul Konvansiyonu’ndan ani bir çıkış yapan hükümet hayal kırıklığı yaşayan bazı kesimlerin kırgınlığını azaltmak için de böyle bir adım atabilir.
Böylesi bir adım elbette Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda önemli, köklü dönüşümler gerçekleştirmesi gereğini vurgular. Yeşil ekonomi, sanayi-sonrası ekonomik düzen, dengeli ve insani kalkınma gibi kavramlar daha fazla gündeme gelecektir.
Ancak yine de 3. dünya milliyetçiliği güçlü bir ülke olarak, bu adımların arkasında da birtakım komplo teorileri aranması da şaşırtıcı olmaz.