;
Politika

“Birleşik Cepheler Kurarak İklim Mücadelesini Yaymalıyız”

İrlanda, Dublin’deki Extinction Rebellion’ın (Yokoluş İsyanı) kurucu üyelerinden, Türkiye doğumlu Memet Uludağ, yerel yönetimlerin iklim krizine yönelik eylemlerde merkeze alınarak özellikle kentlerde harekete geçilmesi gerektiğini belirtiyor. İklim krizine yönelik tartışmaların kozmopolit merkezlerden daha yoksul mahallelere taşmasıyla ve farklı sosyal hak savunucularıyla, sendikaların, meslek örgütlerinin birleşmesiyle yayılabileceğini söylüyor.

Yazı: Gülce DEMİRER

Türkiye’deki iklim hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz, gözlemleriniz neler?

Öncelikle bardak yarı doludan başlayalım isterseniz. Böyle bir hareketin, Türkiye’de iklim grevi günlerinin oluşması, genç lise öğrencilerinin küçük bile olsa bu krizi önemsiyor olması bizim için umut verici bir şey. İstanbul, İzmir, Ankara ve başka küçük şehirlerde de, bu koşullar içerisinde, her şeye rağmen küçük çapta hareketlilik olması çok olumlu.

Bardağın boş tarafı ise bu hareketler hepimizin bildiği gibi Batı Avrupa merkezli. Bu kötü bir şey değil. Hareketler her zaman dünyanın bir yerlerinde patlak verip yayılabilir. 2000’lerin başında meydanları işgal eden Occupy hareketleri, 90’ların sonunda yaşanan Avrupa sosyal hareketleri gibi. Belli bir yerden çıkan bir hareketin mutlaka oraya ait olması gerekmez. Ancak Türkiye’deki hareketin daha yaygın kitlelere ulaşma sıkıntısı yaşadığının da bir gerçek olduğunu düşünüyorum.

İşin başka bir yanı ise Türkiye ana akım medyası. Avrupa da onlarca yıl boyunca bir inkâr süreci yaşadı ama şu anda en azından rapor etme, bilgilendirme konusunda biraz olsun daha canlılar. Türkiye’deki ana akım medya nın Avrupa’daki iklim hareketlerini aktarma konusunda pek sıkıntısı olmasa da Türkiye’de bu alanda gerçekleşen hareketleri görünür kılma konusunda çok sıkıntılı.

Öte yandan İstanbul, Marmara Bölgesi bir sanayi bölgesi olduğu için iklim krizine etki eden karbon emisyonu konusunda dünyanın en hareketli bölgelerinden biri. Pek çok Avrupa ülkesinden daha büyük bir faaliyetin olduğu; milyonlarca işçinin çalıştığı, milyonlarca fabrikanın olduğu bir yer. İstanbul belediye başkanlığı seçiminde ne muhalefet ne iktidar iklim konusunda bir tartışma yaptı. İstanbul gibi bir bölgede sel felaketleri, iklim olayları binlerce işyerini, insanı, işçiyi vuracağı halde, Türkiye’nin ekonomik can damarı olan bir bölgede, bu bölgeyi yönetmeye taraf olan siyasi hareketler bu konuda hiçbir şey söylemedi, söylemek istemedi. Bunu çok talihsiz bulsam da şaşırılacak bir durum değil. Çünkü iklim konusunda Türkiye’de siyasi partilerin ne eğitimi ne de politik olarak bir yönelimi var.

Bazen mecliste, meydan konuşmalarında birkaç laf söyleniyor ama Türkiye çiftçisinin, gencinin çok çok gerisindeler Türkiye’nin siyasi güçleri. Bunu da Fridays for Future, Sıfır Gelecek ya da Yokoluş İsyanı’nda çalışan genç aktivistlerin bir anda değiştirmesi söz konusu değil. Ayrıca Türkiye’deki sendikalar da dünya sendikalarından çok farklı değil. Söylenmesi gereken birtakım şeyleri söylüyorlar bu konuda. Ancak kafalarında iklim krizine işçi hakları ekseninde alınacak önlemlerle ilgili bir netlik yok sanırım. Çok üstten bir şekilde ve “bir kenara not bırakalım da adımız söylensin” derecesinde ele alıyorlar durumu. Çok üstünkörü ve bence birçok genç insanın, aktivistlerin neredeyse zekalarına saygısızlık edercesine bir tavır içerisindeler. İklim krizi sadece bilimkurgu filmlerinde olduğu gibi bir mesele değil. 10 yıl sonra dünya yer yerinden oynayacak, hepimiz zombiye dönüşeceğiz gibi bir senaryo değil; o 10 yıla varana kadar yaşanacaklar asıl sorun. Tarıma, çiftçiye ne olacak? Sel felaketleri, kuraklık, iklime dayalı sıkıntılara hükümetlerin bu yönde alacağı kararların çok önemli etkileri olacak. Dünyanın neresinde olursak olalım bu kavramlardan bir tanesi “adil geçiş süreci”. İşçilerin, çiftçilerin, sıradan insanların, mahallelinin yaşam şartlarının korunması, iyileştirilmesi; iklim krizinin faturasının bu insanlara çıkarılmaması gibi bir tartışmayı kapsıyor.

Sendikaların bu konuda çok hızlı adım atması gerekiyor. Hükümetler de bu konuda mutlaka bir adım atmak zorunda. Ekonomi de sıkıntıya gireceği için iklimsel felaketlerden endüstri de etkilenecek. Denizlerin yükselmesinden kaynaklanan ulaşım sıkıntıları olacağı için hükümetler adım atmalı ama kimin lehine, kimin aleyhine, kim bunun faturasını ödeyecek, kimin bundan çıkarı olacak, bu tür tartışmalar çok önemli. Sendikaların, meslek örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin baskısı da çok önemli. Bu yönden bardak boş. Türkiye’deki iklim hareketine tekrar gelirsek, çok yoldaşça bir duyguyla söylemem gerekirse, Fridays for Future pek çok insanın telaffuz edebileceği bir isim değil. Ya da Extinction Rebellion. Mutlaka bir ismi olmalı anlamında da söylemiyorum ama isimden de başlayarak bu mesele daha yalın bir dille anlatılmalı. Daha Türkiye gerçeklerinden giden bir anlatımla, daha Türk insanının yaşantısını merkeze koyacak bir tavırla yapılmalı. Zayıf kutup ayılarını veya Afrika’nın bir bölgesinde kuraklıktan kırılan insanları göstermek önemli olsa da her bölgenin kendi sorunlarına yönelmeli. Çünkü sanki daha uzakta bir sorunmuş gibi bir izlenim yaratıyor. Mesela Türkiye’nin tarıma dayalı bir ekonomisi var. İklim hareketinin çok etkileyeceği ciddi sanayi birikiminin olduğu bölgeler var. Tartışmaları iklim krizinin işçilere, çiftçilere, pazardan alışveriş yapmak isteyen insanlara olan etkisi; artacak gıda fiyatları; taze ürünlerin pahalılığı; hava kirliliğinin aslında sağlığı nasıl etkileyeceği noktasında birleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü öbür türlü belki akademik çevrenin önem verdiği ama onun dışında toplum içinde çok fazla yankı yaratmayan bir konu haline geliyor iklim krizi. Bu ihmalkarlık karşısında böyle bir şansımız yok, çünkü bir krizin ortasındayız.

Bu noktada iklim iletişimini bağlamına göre nasıl yerelleştirilebiliriz?

Şu lafı çok söylerim ben “Tarih, tarihçilere bırakılamayacak kadar önemlidir”. İklim de bilim insanlarına, tek başına tepedeki siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli bir konu, çünkü en başta yoksullardan başlayarak hepimizi vuracak bir sıkıntıdan bahsediyoruz. İklim krizinin yaratacağı felaketler nedeniyle 200 milyon göçmenin, mültecinin oluşabileceği bir dünyadan bahsediyoruz. Türkiye’de mültecilik konusunda zaten yeterince bir fiziksel yaşanmışlık var. İklim krizinin sadece Türkiye’de değil Türkiye’den de mülteciler yaratacağı, örneğin 200 bin çiftçinin tarım yapamaz hale geleceği bir durumdan bahsediyoruz. Bu gibi somut meselelerden tartışmayı politikleştirmek gerekiyor. Şu an politikacıları ve karar mercilerini bu işin merkezine çekip sorumluluk alma ve adım atma konusunda tartışmak lazım. Bir de adil geçiş derken adil geçişin ne anlama geldiği, kimin bu işin faturasını üstlenmesi gerektiği konusunda bir politika tartışması yapmamız lazım.

Dil konusunda da yerelliğe gelmek lazım. Bu İngiltere’de, İrlanda’da da sıkıntılı bir durum. Extinction Rebellion içerisinde kimi gruplar ya da bireyler çok ahmakça şeyler yapıyorlar. Örneğin tren istasyonunda işe gitmeye çalışan binlerce insana engel olmaya çalıştılar. Biz diyoruz ki toplu taşıma kullanın ama biri çıkmış treni durduruyor. Çok yoksul insanların alışveriş yaptığı, çok sıradan insanların ucuza ürün aldığı bir mağazaya girip sanki üst düzey bir moda evine girmiş gibi moda ve iklim krizinden bahsetmek de siyaseten ahmakça.

İklim hareketini yerelleştirmekten bahsediyoruz. Dilin de ötesinde fiziksel olarak iklim kriziyle mücadeleye karşı özellikle kentlerde, yerel yönetimlerin de güçlü katılımı ile neler yapılabilir?

Toplu taşımaya İzmir’de zam gelmesine şaşırdım örneğin. Toplu taşımanın yaygın, ücretsiz veya çok ucuz olduğu ve çok yaygınlaştığı bir dünyayı ve kentleri talep etmeliyiz. Örneğin İzmir’de iklim eylemi sadece Alsancak’ta, Karşıyaka’daki gençlerin talebiyle olacak değil, İzmir’in kenar mahallelerindeki yoksul insanların da talepleriyle güçlenecek belki. Öte yandan plastik üretimi de iklim krizini yaratan endüstrilerin başında geliyor ve Emine Erdoğan Sıfır Atık kampanyası başlattı. Tamam diyoruz, o zaman plastik atık üretimini durdurmak zorundayız. Her gün mutlaka Türkiye’de, en azından yazın, herkesin kullanıp attığı bir plastik şişe var. Şehrin meydanlarına içilebilir, temiz, taze ve sürekliliği olan su çeşmelerinin koyulması gerekiyor. Bunlar, bu toplumun hafızasında olan şeyler. İstanbul’da Alman Çeşmesi sadece turistik bir çeşme olmasın, aynı zamanda kullanılabilir bir çeşme de olsun. Pet şişelerin kullanılmayacağı bir endüstriyi zorlayalım. Sonuçta plastik şişeyle su satanlar su üretmiyorlar, plastik şişe üretiyorlar.

Öte yandan Türkiye’de bence Avrupa’nın biraz daha gerisinde olan bir durum var. Nerede bir yoksul, işçi sınıfı mahallesi görseniz, halkın içinde rahatlıkla oturup zaman geçirebileceği parkların, bahçelerin çok pejmürde olduğunu ya da hiç olmadığını görüyoruz. Örneğin bu taleplerle gidelim. İstanbul, İzmir, Ankara’da büyük kentlerde mahallelinin yeşil ile olan ilişkisini güçlendirmeliyiz. Ağaç dikelim deniyor, bu tabii ki önemli ama bu asla gidilmeyecek, uzakta bir dağa ekilmiş bir ağaç yerine mahallede istiyoruz bu ağaçları. Bütün bunlar iklim krizine çözüm değil ama insanlar iklim krizi üzerinden “Bunun bize de faydası var” diyebileceği için meseleyi daha büyük kitlelere taşıyabiliriz. Çünkü bunun dışında siyasetçilerin, ana akım medyanın çok ilgisiz olduğu bir ortamda herhangi bir olasılığı reddetme lüksümüz yok. Ne Türkiye’de ne İrlanda’da. Öte yandan örneğin belediyelerin emisyon durumları nedir? Belediyelerin emisyon konusunda kendi çalışmalarını yapması lazım. Mesela belediye otobüsleri çoğalsın diyoruz ama temiz ve yeşil de olsun demeliyiz.

Politikacıların bizim sırtımıza vurup “aferin çocuklar” dediği bir ortamdan ziyade onları merkeze koyup sorumlulukla adım atma konusunda köşeye sıkıştırma noktasına getirmeliyiz. Kolay mı? Değil ama sosyal medya önemli bu konuda. Hem bilimsel hem toplumsal yönünü anlatan çalışmalar yapılmalı. Nereye varacağı belli değil belki iklim krizinin ama şu çok kesin; hiçbir şey yapmamak olmaz. Bir şeyler yapmak zorunda kalacağız.

İklim krizini daha büyük kitlelere taşımak önemli ancak son zamanlarda iklim hareketiyle görece doğru orantılı bir şekilde iklim inkârcıları da çoğaldı. Bu durumda onları ikna etmeye çalışmak ne derece etkili?

Greta, Birleşmiş Milletler’e konuşma yapmak için tekneyle gittiği dönemde, ciddi anlamda politik alt nedenleri olan, bilinçli bir “Greta inkârı” ortaya çıkmaya başladı. Greta sanki “bu işin kraliçesiyim, başıyım” dedi. Sanki orta sınıf bir aileden geldiğini inkâr etmiş ve objektiflerin kendine odaklanmasından rahatsız olduğunu söylememiş gibi davrandı insanlar. Politik olarak inkârcılık zaten çok sıkıntılı bir durum. Trump’la, Bolsonaro ile ne konuşabilirsiniz ki? Bence anksiyetesi olan, derdi olan, bir şey yapılamaz diyen insanlara yönelmek lazım. Enerjimizin onlara harcanması gerektiğini düşünüyorum. Bu sıkıntıyı, endişeyi büyütmek yerine bu endişenin haklı ve gerçek olduğunu ve buradan bir adım atmazsak daha kötü bir noktaya geleceğimizi anlatmak zorundayız. Anlatması cidden çok zor. Ama iklim inkârcıları, 20 yıl önce sol komplo teorileri üretiyorsunuz diyorlardı ve iklim eylemliliği vatan hainliğine kadar gidiyordu. Yaşadığın ülkenin ekonomisine zarar vermek istiyorsun diyorlardı. Şimdi ise inkârcılıktan çok ana akımda siyaset, ihmalciliğe dönüştü. Kabul ediyoruz, bu konuda bir şeyler söylüyoruz; bakanlarımız, başkanlarımız bu konuda bir şeyler söylüyor ama gerçek anlamda adım atmak konusunda hiçbir şey yapmak istemiyorlar. Çünkü Türkiye zenginlerinin, milli burjuvazisinin çıkarlarına ters adım atmak istemiyorlar. Biz bu gerçekliği alarak, tam da bu nedenle adım atmak istemiyorlar demeliyiz, ama tepeden slogan atar gibi değil. Hakikaten insanlarla bunu tartışmalıyız.

İrlanda’da, Kanada’da, İngiltere’de hükümetler, parlamentolar iklim acil durumu ilan ettiler. Örneğin İrlanda’da bu yasa meclisten geçtikten sonra bir Çinli şirkete İrlanda sahillerinde petrol ve gaz arama lisansı verdiler. İnsanlar “oh, iklim yasası geçti bundan sonra bununla ilgili daha iyi çalışmalar olacak” dedi ama hemen ardından mevcut ekonomik sisteme devam edildi. Bunu da göstermek lazım. Bir Çinli firmanın İrlanda’da gaz ve petrol araması izni İrlanda halkının yararına değil. Bu işlerden kâr edilecek. Kârdan önce insan, iklim; kârdan önce çocuklarımızın geleceği demeliyiz. Kim kimin için kâr ediyor, kim ne için kâr edilmesine yol açıyor, iklim krizi bu işin neresinde, bunları anlatmakta çok fayda var bence ve dilin de çok yatkın olması lazım. Tartışmayı artık “vatanını seviyorsan iklim konusunda bir faaliyet yapmalısın” gibi bir noktaya getirmek zorundayız. Çünkü herkes vatansever, iklim aktivistleri ise vatansever değiller inkârcıların gözünde.

İklim krizi coğrafi bölgelerle sınırlı olmayan bir kriz. İlk yoksulları vuracak onun farkındayız ama hiç kimsenin bundan kurtulamayacağı, parasıyla dahi bu işin içinden kolaylıkla kurtulamayacağı da bir gerçek. Hava kirliliğini paranızla, zenginsiniz diye yok edemezsiniz. Ya maskeyle dolaşacaksınız ömrünüzün sonuna kadar ya da hiç sokağa çıkmayacaksınız.

Bir de umut verici bir yanı var, coğrafi bölge ayrımı olmadan tüm dünyada aynı zamanda insanların bu konuda mücadelesini, bilgisini, becerisini birleştirecek enternasyonal bir mücadele bu. Henüz o noktaya gelinmedi ama bu işin umut verici tarafı. ABD’deki iklim aktivistleri ile Irak’taki iklim aktivistleri birbirine mesaj gönderiyorsa bu muhtemelen yöneticileri ürkütüyordur. Şu anlamda ürkütüyordur; herkes bunun farkında artık, o yüzden umutsuzluk şu aşamada en büyük düşmanımız. Ama gereğinden fazla umutlu olmak da doğru değil. Ne kadar çok birleşik cepheler kurabilirsek, yani kadın örgütleriyle, LGBTIQA+ ile mülteci hakkını savunan derneklerden sendikalara, iklim bilimcilerden meslek örgütlerine ne kadar çok insanla bir araya gelirsek, bu iş o kadar yayılacaktır.

Şu manzarayı hiçbir zaman unutmayalım. İstanbul’da bir sel felaketi olmuştu, denizin nerede bitip karanın nerede başlayacağı belirsiz hale gelmiş, İstanbul trafiği felç olmuştu. Bunun çok daha sık olduğu bir Türkiye’yi düşünelim; milyonlarca insanın işsiz kalacağı bir Türkiye olur bu. Hani zengin parasını alır başka bir yere gidebilir ama çoğunluk nereye gidecek? Bu mesajları anlatarak, kentin kozmopolit bölgelerinden mahallelerine taşabilecek, belki de mahalle kahvelerinde konuşulabilecek bir konuya, ortama doğru yönelmek zorundayız. Yerel yönetimleri zorlayarak muhtarlıklar, belediyeler üzerinden her kapıyı çalmak gibi bir zorunluluğumuz var. Ve şuna inanıyorum, insanlar, bu konuya gerçekten gönül verirse başarabiliriz. 2003 yılında gençler “savaşa hayır” demişti, önce bizimle dalga geçmişlerdi, sonra milyonlarca insan Türkiye’de sokağa çıkmıştı. Bunları hiç unutmamak lazım. Bazen ufak bir kıvılcım büyük bir mücadeleye dönebilir o yüzden dil ve üslup konusunda biraz daha kendimize çekidüzen verip, biraz daha amaca yönelik hareketlenmeyle bu işi başaracağımızı düşünüyorum dünyanın her yerinde.

*Bu yazı EKOIQ’dan alınmıştır.