Yapılı çevrenin başına bir hayli bela açan beton, sektörün sebep olduğu emisyonlarla iklim krizinde de önemli bir pay sahibi. Barınma hakkı önemli ancak artık eskisi kadar masum değil. İnsanlık, doğal hayata ettiği müdahalelerin bedelini 2020 yılında COVID-19 pandemisiyle ödedi. Artık sürdürülebilir bir inşaatı düşünmenin tam zamanı…
YAZI: Burcu GENÇ, S. Sena AKKOÇ
Modern mimarinin büyük bir çoğunluğunu borçlu olduğumuz betonun, tarihte ilk olarak Göbeklitepe ve Antik Mısır medeniyetleri tarafından kullanıldığı ve Roma mimarisinde yaygın hale geldiği kabul ediliyor. Tıpkı günümüzde olduğu gibi Romalılar da betonu mimari yapılarında birincil hammadde olarak kullanarak volkanik kül ile güçlendirilip ömürlerini uzattıkları beton binaların önemli bir kısmının bugüne kadar gelmesini sağladılar. Ancak bu formül, imparatorluklarının çökmesinden sonra unutulduğu için 19. yüzyıla kadar bir benzeri daha yapılamadı. 19. yüzyıldan sonra betonun inşaat demiri ile güçlendirilmiş yeni bir formu, şu an kullandığımız betonun temeli ve mimarinin vazgeçilmez bir maddesi olarak yaygınlaştı. Ancak söz konusu formül, Romalıların formülüne çok benzemiyor. Ciddi bir restorasyon ihtiyacı olmadan yalnızca 100 yıl kadar dayanabilen modern beton, özellikle içindeki inşaat demirinin paslanmasıyla çatlayarak binaların sağlamlığını tehlikeye atıyor. Çevreye olumsuz etkileriyle beraber düşünüldüğünde, modern beton günümüzdeki birçok faaliyetimiz gibi, patlamaya hazır bir saatli bomba niteliği taşıyor.
Betondaki temel bileşen olan çimento, yapılı çevremizin çoğunu şekillendirirken, aynı zamanda büyük bir karbon ayakizine de sahip. Buna rağmen beton, var olan en yaygın insan yapımı malzeme ve gezegende en çok tüketilen kaynak olarak sudan sonra ikinci sırada. İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’a göre çimento, dünyadaki karbondioksit emisyonlarının yaklaşık %8’inden sorumlu. Bu da çimento endüstrisinin Çin ve ABD’den sonra dünyanın en büyük seragazı üreticisi olduğu anlamına geliyor. Sadece 2016 yılında, dünya çimento üretimi yaklaşık 2,2 milyar ton karbondioksite neden oldu. Çimento üretiminin karbon ayakizine ek olarak, inşaat ve yıkım faaliyetlerindeki saha atıkları ise 2014 yılında 534 milyon tondu. Çimento endüstrisinin liderleri, Paris Anlaşması’nın gerekliliklerini yerine getirmek üzere 2018’de BM’nin iklim değişikliği konferansı COP24 için Polonya’da, çimento kaynaklı yıllık emisyonların 2030 yılına kadar en az %16 düşmesi gerektiğine karar verdi.
İnşaat sektörünün bu adımları atmasının neden önemli olduğunu daha iyi anlamak istersek, bir binanın tüm ömrü boyunca tükettiği enerjiyi ve bu enerjinin türlerini incelemek önemli olabilir:
Gömülü enerji: Binayı oluşturmak için tüketilen enerjidir. Kullanılacak malzemenin çıkarma, işleme ve üretim, nakliye ve montaj faaliyetleri gibi.
Yinelenen enerji: Binanın ömrü boyunca tadilat ve bakımında harcanan enerji.
Operasyonel enerji: Binanın ısıtma, soğutma, aydınlatma ve güç cihazlarında tüketilen enerji.
Yıkım enerjisi: Binanın yıkımında tüketilen enerji.
Sürdürülebilir İnşaat
Tek bir bina için böylesine çok boyutlu bir enerji tüketimi olduğu düşünülünce, inşaat sektöründe sürdürülebilirliğin ve enerji verimliliğinin önemi açıkça görülebilir. Enerji verimliliğinin getirisi yalnızca seragazı emisyonunu azaltarak iklim değişikliğiyle mücadele etmekle sınırlı değil, şirketler ve bireyler de maliyetlerin azaltılması nedeniyle sürdürülebilir uygulamalardan daha fazla fayda sağlayabilir. Ekolojik ilkelere dayanan sağlıklı bir çevre yaratma uygulaması olarak tanımlanan sürdürülebilir ya da yeşil inşaat, performans, kalite ve maliyetler gibi geleneksel inşaat kriterlerinin yanında çevresel etkilere ve sürdürülebilirlik göstergelerine uygun faaliyetlerde bulunuyor. Karbon planları, altyapı yasaları, yeşil bina sertifikaları, bina düzenlemeleri ve enerji tüketimini azaltmak amacıyla tasarlanmış ampuller, kapılar ve pencereler gibi birçok girişim, şu anda mevcut olan ve geliştirilen sürdürülebilir inşaat uygulamaları arasında. Daha az zararlı kimyasal kullanılması ve daha çok geri dönüştürülmüş materyalin değerlendirilmesi, malzemelerin doğru miktarda sipariş edilmesi ve kullanılması için gerekli takibin yapılması daha az atık üretilmesini sağlıyor. Birçok araştırma, sürdürülebilir ve yeşil binaların daha sağlıklı bir çalışma ortamı sunarak çalışanların psikolojisine olumlu katkıda bulunarak iş memnuniyetini artırdığını da gösteriyor. Ayrıca iç mekan hava kalitesi ve sıcaklık dengesinin iyileştirilmesi ve daha doğal aydınlatma kullanılması nedeniyle, sağlık açısından da fayda sağlıyor. Genel olarak yeşil inşaat maliyetlerinin daha yüksek olduğu gibi bir algı olsa da yapılan araştırmalar ve hesaplar bunun tersini gösteriyor: Daha düşük elektrik faturaları ve yıllık işletme maliyetleriyle yeşil inşaat aynı zamanda yeşil olmayanlara göre daha yüksek kira ve bina değerlerine sahip. Tabii tüm bunların ötesinde, uzmanların ve bilim insanlarının önerisi, yıkıp yeniden yapmak yerine mevcut olanı dönüştürmek; kullanılabilecek tüm malzemeleri yeniden kullanmak, yerel malzemeleri tercih etmek ve mevcut binaları enerji verimlisi haline getirecek özelliklerle donatmak…
Sürdürülebilir inşaat üzerine çalışmalar yapan Prof. Charles J. Kilbert’in 6 prensibi, inşaat sektörünün geleceği için ne aradığımıza dair güzel bir fikir veriyor: “Muhafaza edin, yeniden kullanın, geri dönüştürün, doğayı koruyun, toksik olmayan ve yüksek kalite yaratın”. Pratikte, bu prensipler inşaat sırasında ve sonrasında en az miktarda ve yenilenebilir bir şekilde malzeme, alan ve enerji kullanımı anlamına geliyor. Buna örnek olarak; kesin miktarda yeterli kaynağın belirlenmesi, malzemelerin kullanımının ve malzeme ile atık depolanmasının olabildiğince inşaat sahasında gerçekleşmesi, bir inşaat ve yıkımdan çıkan hurda malzemelerin başka projelerde yeniden kullanılması gibi uygulamalar verilebilir. Bunun dışında, kullanılan malzemenin çevre dostluğu ve niteliği, proje tasarımının çevreyle olan etkileşimi gibi öğelerde de sürdürülebilirliği sağlamak esas hale geliyor. Ülkemizde ise İstanbul Proje Koordinasyon Birimi (İPKB) tarafından gerçekleştirilmiş dönüşüm projeleri bulunuyor. Eski kamu binalarının deprem güçlendirmeleri yapılıyor ya da enerji verimliliğini sağlaması adına yalıtım malzemeleriyle donatılıyor. Ancak yapılı çevre denince, dünya çapında bir sürdürülebilirliğe ulaşmadan önce çözülmesi gereken bazı zorluklar olduğu inkar edilemez. Ülkemizden örneklendirmek gerekirse, özellikle kentsel dönüşüm mevzuatı yeni müteahhitleri ve inşaat sektörünü desteklemek adına binada onarım gerçekleştirilmesine adeta izin vermiyor. Ya evrak işi çok ya da masrafları evin yıkılıp yeniden yapılmasından daha yüksek. Bu yüzden de kentler, mahalleler koca bir inşaat alanına dönüşüyor. Türkiye’deki mahalle kültürünün de –son kentsel dönüşümlerle beraber- tamamen yok olması dünyadaki kötü uygulamalar arasında yerini alıyor. Bursa’da TOKİ’nin gerçekleştirdiği kentsel dönüşüm, Sulukule’nin kentsel dönüşüm adı altında yıkılması, mahallelinin şehrin dışına sürülmesi ve ellerinden hayatta kalma donelerinin alınması kamu kuruluşları eliyle gerçekleştirildi.
Örnek çok ama yanlışın tekrar ettiği görülebiliyor. Türkiye gibi, elinde uzun bir inşaat geçmişi olan ve tüm dünyada yeni inşaat projelerinde çalışabilecek kadar profesyonelleşen ekiplere sahip bir sektörden bahsediyoruz. Katılımcılık ilkesinin göz ardı edilmesi, işçilerin sosyal haklarının korunmaması, iş güvenliğinin yerlerde sürünmesi ve başka birçok sebepten ne yazık ki sürdürülebilir olamamış bir sektör. Bizleri evlerimize kapatan pandemi boyunca, daha birçok alan gibi, “evlerimiz” ve onları üreten bu devasa sektör üzerine düşünmek için bir hayli vaktimiz var değil mi?