Yorkville Üniversitesi Genel Çalışmalar Programı öğretim üyesi, The Posthuman Lab kurucu direktörü ve Journal of Posthumanism kurucu editörü Dr. Çağdaş Dedeoğlu, insanın biyolojik bir karşılığı olmasıyla birlikte bir “fikirden” ibaret olduğunu hatırlatırken, “Eğitim sistemlerinin biyoloji bilgisinden, evrim bilgisinden uzaklaştırılıp piyasa bilgisine, tekno-faydacı girişimcilik bilgisine yakınlaşmasıyla bu fikir de dönüşüm geçirdi. Düşünsel dünyamızda ve bunun gelecek nesillere aktarılmasında bunun getirdiği bazı yan etkiler söz konusu olacaktır” diyor.
Yazı: Erhan ARCA
Sosyal adalet ve iklim adaleti arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirebiliriz?
İklim adaleti, ülkeler arasında ve bir ülke içerisinde iklim değişikliğine sebep olan üretim ve tüketim biçimlerinden fayda sağlayan gruplarla iklim değişikliğinin yol açtığı sorunlardan öncelikli olarak ve en fazla etkilenen grupların aynı olmamasına bağlı bir adaletsizliği ifade eder. İklim adaleti, bu açıdan sosyal adaletle yakından ilişkili olmakla birlikte buna dair tartışmalar artık Türkiye’de de artış gösteriyor. Benim bu konudaki görüşlerim, posthümanizm ile eleştirel din, bilim ve teknoloji çalışmalarından besleniyor. Bu açıdan iklim adaletini insanlar dışındaki canlılığı da dikkate alan bir kavram olarak anlıyorum. Bugün artık iklim değişikliği bizim bazımız halinegeldi. Yani, neyi konuşursak konuşalım, herhangi bir kimliğin siyaseten temsili veya başka bir konu da olsa sorunun temelinde iklim değişikliği meselesi ve bundan nasıl etkilendiğimiz sorusu yer alıyor çünkü ekonomik sistemler de işçi hakları ve diğer hak ve özgürlükler de buna bağlı olarak gelişiyor ve bunu etkiliyor. Farklı grupların iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini, nerelerde bu etkilerin farklılık gösterdiğini dikkate almadan üretilmiş sosyal politikaların aslında çözüm getirmediği aşikar. Bu, akademi içinde ve dışında çeşitli gruplar tarafından da tartışılıyor. Bu tartışmaları, dört farklı noktada özetleyebiliriz. Birinci nokta; hem ülkeler hem de ülkeler içerisindeki farklı statü grupları açısından iklim değişikliğinin etkilerinin orantısız olması. Örneğin, bir ülke içerisinde geçimini tarımdan sağlayanların iklim değişikliğinden öncelikli şekilde etkilendiğini görebiliriz. Ama bir beyaz yakalı ya da farklı iş kollarında çalışan bir kişi, belki sıcaklardan şikayet eder ve iklim değişikliğini bir küresel ısınma sorunu olarak görüp gündelik etkileriyle ele alır. Bu anlayış farkının, iklim değişikliğini gündemin merkezine taşımak isteyenpolitik-aktivist gruplara destek verme ya da vermeme noktasında da bir karşılığı tabii ki oluyor.
Meselenin bir diğer boyutu literatürde çevresel ırkçılık ya da çevre temelli ırkçılık şeklinde tanımlanıyor. Bu kavramsallaştırma, iklim değişikliğinden etkilenmenin farklı katmanlarının kimliklerle kesiştiği boyutu ifade ediyor. Türkiye’de hâlâ bu boyut çok dikkate alınmıyor. Henüz üstü kapalı kalsa da Türkiye açısından da farklı etnik kimliklerdeki grupların bu meselelerden farklı şekillerde etkilendiğini söyleyebiliriz. Ama hâlâ Türkiye’de sosyoekonomik boyuta dair tartışmalar ağır basıyor. Bu açıdan yatay bir kesişim söz konusu.
İklim değişikliği, ayrıca kaynaklara erişim noktasında da etki yaratıyor. Bunu söylerken insanın doğayı bir kaynak olarak görüp ona erişmesi anlamında söylemiyorum. Yaşamın tüm canlılık tarafından paylaşılması açısından bir eşitsizlikten bahsediyorum. Söz konusu eşitsizlik, kimi insanların farklı çıkar-rant ilişkileriyle bu paylaşımda daha fazla hak sahibi olmasında kendini gösteriyor. Bunun sonuçları, yine canlılığın, marjinalleştirilmiş insanların ve insan dışıtoplulukların zararına yapısal sorunlar açısından değerlendirilmeli.
Bölgesel ve küresel ölçekte baktığımızda ise iklim değişikliği temelli göç hareketleri söz konusu. Bu kapsamda, “İklim değişikliği ve göç ilişkisine bölgesel çatışmalar açısından da bakılabilir mi?” sorusu akla gelebilir. Bunlar arasında şu an için doğrudan bir ilişki görmesek de, dolaylı yoldan iklim değişikliğinin getirdiği birtakım hassasiyetlerden ve zaten halihazırda var olan kırılganlıkların iklim değişikliğiyle birlikte daha da aşikar hale geldiğinden ve bunların başkasorunları tetiklediğinden bahsetmek mümkün.
Bu dört nokta üzerinden baktığımızda meseleyi nasıl bir yerde göreceğiz, meselenin arka planında ne var? Bu, egosantrizm – ekosentrizm ilişkisi bağlamında nasıl anlaşılabilir?
Uzun bir süre ben de meseleyi bu iki kavram üzerinden düşündüm. Egosantrizmle birlikte antroposantrizmi de dikkate alabiliriz. Kendimizi; birey, kişi, ego olarak ortaya koyduğumuz ve her şeyin bunun çevresinde şekillendiği bir dünya görüşü… İnsanın, evrenin merkezinde konumlandığı bir anlayış… Bunun alternatifi olarak, ekolojik ilişkilerin dünyayı anlamamızın merkezinde yer aldığı bir anlayışa geçiş üzerine farklı düşünürler, aktivist gruplar düşünüyor, eylemde bulunuyorlar. Burada öncelikle üzerinde durulması gereken bir nokta, insanın düşünen bir varlık olarak egosantrik olduğu varsayımı.
“Düşünen insan” fikri biraz fazla abartılıyor bence. Mesela bazı bilişsel psikologlara göre insan beyni düşünmek üzere tasarlanmış bir organ değil. Böyle olmadığı için de insanın beynine düşünmeyi “öğretmesi” gerekiyor. Yani bu kişisel bir yolculuk. Ancak aile, kültür ve diğer yapılar içerisinde bu, aynı zamanda toplumsal bir yolculuk. Bu çerçevede ele aldığımızda egosantrizmin öğrenilmiş, öğretilmiş bir tarafı olduğunu iddia etmek mümkün. Bugünkü tarihsel-mekansalbağlamda, düşünen insan, kendini ve düşüncelerini dünyanın merkezine yerleştiriyor. Ekosentrizm ise bunun karşısında konumlanan bir dünya görüşü olarak önem arz ediyor. Ancak bunun pratikteki karşılığı biraz daha karmaşık çünkü her insan bu iki uç dışında ve bunların arasında bir yerlerde var oluyor. Benim, “Bunların ötesinde ne var?” diye bakmaya ihtiyaç duyma sebebim buydu. Yani meseleyi bir karşıtlık gibi görmek ve sunmak yerine insanın bu dünyada varoluşuüzerine düşünmek, varoluşun anlamı üzerine düşünmek ve bu yeniden düşünmelerin bize, beynimize neler öğretebileceğine kafa yormak daha makul gelmeye başladı. Buraya baktığımızda bazı kavram ve fikirleri tartışmaya açmak gerekiyor.
Bunlardan biri insanın üstünlüğü varsayımı. Bununla ilişkili bir şekilde, bir diğer mesele ise insanın istisnai olup olmayışı. İnsan canlılık açısından biristisna mı ve bu durum onu korur mu? Bu sorular üzerine düşünürken iki ana boyut ortaya çıkıyor. Biri; insanlar diğer canlılardan bilimsel açıdan üstün müdür? Bu varsayımın bilimsel açıdan bir dayanağı var mıdır? Diğer taraftan da bu üstünlük fikrinin, üstünlüğün var olup olmamasından bağımsız olarak, insanlarda bu fikrin var olmasının, bu fikir tohumunun bir kere zihinlere düşmüş olmasının sonuçları neler ve bunu nasıl yorumlayabiliriz? Burada iki tarafa tek tek bakmak lazım. Çünkü bir insanın üstün olup olmaması ya da kendini üstün görüp görmemesi onun eylemlerinin bir kısmını etkilerken bir kısmını etkilemeyebilir. Örneğin, bir insan, üstünlük fikriyle de canlılığa sahip çıkmaya çalışabilir. Dolayısıyla bu ikisini birbirinden belki ayırmak gerekiyor. Buradan baktığımızda üstünlük fikrinin nereye gittiği, nerede bize problem yarattığı noktası önemli.
İnsanın üstün bir tür ve istisna oluşu fikirlerinin posthümanist bir eleştirisini yapacak olsanız ne söylersiniz?
İnsan bir fikir, tabii ki biyolojik bir karşılığı var, ama insan sonuçta bir fikirden ibaret. Eğitim sistemlerinin biyoloji bilgisinden, evrim bilgisinden uzaklaştırılıp piyasa bilgisine, tekno-faydacı girişimcilik bilgisine yakınlaşmasıyla bu fikir de dönüşüm geçirdi. Düşünsel dünyamızda ve bunun gelecek nesillere aktarılmasında bunun getirdiği bazı yan etkiler söz konusu olacaktır.
Bununla birlikte, çok basit bazı bilimsel gerçekler var. İnsan, tür olarak bir evrimin neticesinde şu anki konumuna geldi. Bunun gelecekte başka yerlere gitmeyeceğinin evrimsel açıdan bir garantisi yok. Son dönemde, Neandertal insan türü ile Sapiens insan türü arasındaki benzerlik ve farklara dair ortaya çıkan bulgular da bu durumu kanıtlar nitelikte. Öte yandan insan türünün diğer primatlardan temel bazı farklılıkları olsa da genetik açıdan %98,8 oranında benzerlik gösterdiği de bir gerçek. Ama bu bilimsel bilgi bize tek başına bir şey söylemiyor. İnsanın evrimsel açıdan ele alınması, bunun öğretilmesi meselenin bir boyutu. Ancak bunun tarihselliğinin, sosyoekonomisinin ve ekolojik yansımalarının neler olduğu üzerine düşünmemiz gerektiği hususuna ayrıca vurgu yapmak istiyorum. Anaakım insan fikri, tarihsel açıdan patriyarkal toplumun içerisinde şekillenen ve kendini diğer canlılıktan ayrı bir yerde konumlandıran ve kendi türünü ve diğer türleri sömürerek var olabileceğini düşünen bir anlayışın ürünü. Son birkaç yüzyılın ürünü olan biyoloji bilimi ve bu bilimi şekillendiren bilim insanları da bu anlayışlardan muaf değil.
Bugün hak ve özgürlükler açısından her alanda birtakım mücadeleler verilirken, bazı gelişmeler yaşanırken insan fikri açısından herhangi bir değişim yaşanmaması, insana bakışımızda bir değişiklik olmaması düşünülemez. İnsanın ne olduğu konusunda düşünmeye başladığımızda “İnsan diğer canlılarla ilişkisini nasıl kurmakta ve bu ilişki nasıl kurulursa ekolojik, politik ve sosyal açıdan adalet tesis edilebilir?” soruları üzerine düşünmenin kapısı aralanmış oluyor. Bu sorular, insanın üstünlüğü ve biricikliği ya da insanın eko-sosyo-tekno sistemleri mutlak biçimde kontrol edebileceği gibi varsayımların eleştirisine zemin hazırlıyor. İnsanın kendi türüyle ve genel olarak canlılıkla ilişkisi ve sosyopolitik sistemlerin yeniden inşası, insan fikrinin eleştirisinden ayrı düşünülemez.
Bunun için bazı “bilimsel” gelişmelerin önünün alınması gerekiyor. Çünkü bilimsel olduğu ifade edilen gelişmelerin de birçoğu maalesef mali kaynakların piyasacı, tekno-faydacı bir anlayışla dağıtılması sonucunda şekilleniyor. Örneğin bugün bunu yapay zekaya dair gelişmelerde görüyoruz. Paranın hangi araştırmalara gittiğinden, hangi soruların peşine düşüp nelerin göz ardı edildiğinden bahsediyorum. Bu açıdan, örneğin, yapay zekanın iklim değişikliğiyle olan ilişkisinde de “Yapay zeka, iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılmasında yardımcı olabilir mi?” sorusunun ötesine geçmeliyiz. Teknolojinin, iklim adaleti ve sosyal adaletle olan karmaşık ilişkisini göz ardı etmeyip bazı insanların değil, bütünün çıkarını göz ettiğimizde ve meselelere bütünsel yaklaştığımızda bu sorunun cevabı “Evet” olabilir.
Son olarak, toplumlarda yaygın olarak gözlemlenen insan üstünlüğü düşüncesi biyolojik çeşitlilik kaybına nasıl etkilerde bulunuyor ve insan üstünlükçü yaklaşımın olumlu yönde değişmesi adına nasıl adımlar atılmalı?
Bugün ontolojik açıdan bir kırılma yaşıyoruz. Bir tarafta dinsel öğretileri ya da bilimsel- teknolojik imkanları doğayı sömürmek ve kontrol üzere yorumlayan ve kullanan bir varoluş biçimi var. Bu açıdan devletlerin ve şirketlerin gücü insanın üstünlüğü fikrini ortaya koymaya yetiyormuş gibi görünüyor. Bu yanılsama temelinde biyolojik çeşitlilik kayboluyor. Bu açıdan, biyolojik çeşitlilik kaybı, başta değindiğimiz sosyal adalet-iklim adaleti ilişkisiyle beraber daha derin bir karşılık buluyor. Akbelen’de ya da başka bir yörede direnen insanlar bu ilişkiler hakkında farklı düşündükleri için, farklı hissettikleri için, doğaya daha farklı biçimlerde bağlandıkları için mücadelenin parçası oluyorlar. Bu gruplar, ontolojik kırılmanın diğer tarafını oluşturuyorlar.
Dünyayı görmek, dünyaya bağlanmak açısından farklı değer sistemleri söz konusu ve bu değer sistemleri dinlerin öğretilerini de, bilimsel-teknolojik imkanları da yatay kesiyor. Bu, tektanrıcı dinsel öğretilerin tekil yorumlarının ötesine geçmeyi gerekli kılıyor. Bireyler, kendi yerel bağlamlarında bu ilişkileri geliştiriyor. Geçen seneki orman yangınlarından sonra da benzer tartışmaları yapmıştık. Bölgeyi en iyi bilen, oradaki canlılıkla ilişkileri en iyi anlayan insanlar yerli insanlar. Varoluşun ve bilmenin bilgisi (ontoepistemoloji) burada kendini gösteriyor. İşin özü şu: İnsan, varoluşu hakkında bazı varsayımlara sahiptir. Bu varsayımlar ya da düşünceler, bilinçli veya bilinçsiz olabilir. Aynı zamanda bu bilim yapış biçimlerimizi, dünyayı bilme biçimlerimizi, hatta o dünyada eyleme biçimlerimizi, yani etik yönelimlerimizi etkiler. Ama bu lineer bir etkileşim değildir. Örneğin; epistemolojisi, bilime bakışı, bilim bilgisi benim alışageldiğimden farklı biriyle bir etkileşime girdiğimde geriye dönüp sorgulamaya başlayabilirim. Bu benim varoluşsal anlayışımı da, varoluşa dair bilgimi de dönüştürebilir. Tabii ki etik karşılaşma da bunu yapabilir. Örneğin, gözümün önünde bir hayvanın katledildiğini görürsem bu deneyim canlılığa dair daha önceki bütün varsayımlarımı etkileyebilir. Hele ki bu deneyim erken bir yaşta gelirse kişiyi travmatize edebilir ve bu belli dönüşümlere yol açabilir. Bu açıdan değişime her zaman açık kapı bırakmalıyız. Bu sayede çoğulculukta buluşabiliriz.
Öte yandan biyolojik çeşitlilik ifadesi de insanı merkeze almış ve üretilmiş bir ifade. Sanki o çeşitlilik insanlık içinmiş gibi… Halbuki canlılığın kendi içerisinde bir değeri var ve bu değer insandan bağımsız bir değer. Hatta bazen, mümkünse insandan bağımsız kalması daha da iyi sonuçlara yol açabiliyor. Çünkü insan devreye girdiğinde estetik kaygılar ve öğrenilmiş değerler de devreye giriyor. Örneğin, bize daha sevimli gelen hayvanları korumaya çalışırken, estetik standartlarımıza uymayan ya da gözle görülmeyecek küçüklükte olan canlıları çok umursamıyoruz. Halbuki yerli insanlar kendilerini keçiden, ağaçtan ayrı tutmuyor ve ona göre bir düşünsel-pratik geliştiriyor ya da geliştirdikleri düşünsel-pratikler onları böyle bir varoluş biçimine yöneltiyor. Onun karşılığı da biyolojik “çeşitlilik” olmuyor zaten; birlikteyaşam oluyor, yaşamın korunması oluyor.
Söz konusu ontolojik kırılmanın bir fırsat olarak görülmesi ve daha adil, sürdürülebilir ve kapsayıcı toplumlar için onto-epistemolojik dönüşüm için adımlar atılması mümkün mü? Tabii ki, bu her zaman mümkün. Eğitim, farkındalık oluşturma ve katılımcı karar alma süreçleri gibi adımlar hemen akla gelenler. Temel problemlerin başında bilimsel olarak ne öğretildiği geliyor. İyi bir kariyer imkanı sunacak bilginin dışında ne öğretiliyor? İkincisi ise insanlar öğretilen bir bilgiyle ne yapacak? Gençler kendi etik çerçevelerini bilimsel temeller üzerine bina edebilmeleri için destekleniyor mu? Bireylerin özgür ve özgün olmaları nasıl garanti edilebilir? Çevre sorunlarına ya da iklim adaleti gibi konulara dair mücadelenin genele yayılması için bu sorulara tatmin edici cevaplar veren politikalara ihtiyaç var. Tepeden inmeci çözümler bizi bir yere götürmüyor. Her bir bireyin kendi dönüşüm imkanlarını yaratmak önemli…