Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gökhan Orhan, Türkiye’de iklim değişikliği alanında alternatif politikalar öneren bilim insanlarının seslerinin genellikle duyulmadığını belirterek, “Siyasal açıdan kendilerinin sorumlu olması nedeniyle Türkiye’de siyasetçiler, karar alma mekanizmalarında uzmanların belirleyici olmasına her zaman şüpheyle yaklaşıyorlar” diyor.
Türkiye ve dünya akademisinde iklim krizi ve sürdürülebilirlik alanlarında yeterince bilgi üretiliyor mu? Akademi bilgi üretme görevini ne oranda yerine getirebiliyor?
Dünya genelinde bakacak olursak iklim krizi karşısında akademi gerek modellemeler, gerekse geleceğe dönük projeksiyonlar aracılığıyla hem iklim krizinin ilerleme doğrultusu hem de yapılması gerekenlerle ilgili önemli çalışmalar üretiyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) gibi kuruluşların hazırladığı raporlar, dünya sathında yapılan akademik çalışmaların bir meta analizi formunda, insanlığa karşı karşıya kaldığımız krizin boyutları ve yapılması gerekenler hakkında bilgi veriyorlar. Kanımca akademi bu anlamda var olan kapasite doğrultusunda bu görevi yerine getirebiliyor. Bunun yanında yapısal sorunlara değinmeyen, mevcut yaşam standartlarından fazla ödün vermeyen ve iklim değişikliğiyle mücadeleyi bireysel tercihlere indirgeyen yaklaşımlarla karşılaşmak mümkün. Bu tarz yaklaşımlar maalesef sorunu çözmek yerine sürdürmeye ve yeniden üretmeye neden olan yaklaşımlar. Kanımca büyüme sorgulanmadan sorunun çözümü oldukça zor. Türkiye özelinde yapılan çalışmaların dünya geneline göre daha sınırlı olduğunu söyleyebilirim. Yine IPCC gibi oluşumlara katkı sağlayan bilim insanlarımızın sayısı da oldukça az. Gelişmiş ülkelere kıyasla Türkiye’de araştırmaya ayrılan fonların sınırlılığı düşünüldüğünde bu sürpriz olmamalı. Bununla birlikte hem doğal bilimler hem de sosyal bilimler alanında önemli çalışmaları olan bilim insanlarımız mevcut. Bilgi sahibi olan bilim insanlarımızın bu bilgiyi paylaşma sürecinde önemli eğitim projeleri geliştirdiğini de görüyoruz. Ama bu konularda sorun sadece bilgi üretilmesiyle sınırlı değil.
Bahsettiğiniz sorunun arka planı nedir size göre?
Bence sorun bilgi olmamasından ziyade daha başka alanlarda kendisini gösteriyor. Bu alanlardan birincisi iklim değişikliğiyle mücadelenin kazanan ve kaybedenleriyle alakalı. İklim değişikliğiyle mücadelenin iki önemli ayağı var; karbon azaltımı, yani karbonsuzlaşma ve uyum. Her ikisi de önemli ölçüde kaynak ayrılmasını gerektiren müdahaleler olması yanında, ekonomik açıdan fosil yakıtlara dayalı ülke, bölge ve sektörler bu hamlelere karşı ciddi çabalar gösteriyorlar. Bu çabaların bir kısmı “iklim değişikliği inkarcılığı” yani aslında iklim değişikliğinin olmadığı, abartıldığı, yapılacak bütün bu yatırımların anlamlı olmadığı tezleri üzerinden yürüyor ve özellikle de belirsizlikler bu gruplar tarafından başarıyla kullanılıyor. Bu alanda yapılmış çalışmaların yaklaşık %97’si iklim değişikliğini kabul ediyor ve sorunların insan kaynaklı olduğu konusunda hemfikir. Bu konuda yapılmış bir çalışmada incelenen iklim değişikliğini inkâr eden veya insan kaynaklı olduğunu sorgulayan yaklaşık 110 çalışmanın 100 adedinin doğrudan fosil yakıt sektörü tarafından fonlanan kuruluşlar tarafından desteklendiği belirtiliyor.
Bir de günümüzdeki posttruth ortamında yanlış bilginin doğrulanmış bilgiye göre altı kat daha hızlı yayıldığı, inkarcılığın dünya sathında ciddi taraftar bulduğu düşünüldüğünde meselenin sadece bilimsel anlamda üretim olmadığı görülüyor. İklim değişikliğine dair iletişimin doğru bir şekilde gerçekleştirilmesinin mekanizmalarının kurulması gerektiğini de söylemeliyim. Bu sorun maalesef sadece iklim değişikliğiyle sınırlı bir sorun değil, aşı karşıtlığından, ilaç karşıtlığına kadar hemen her alanda kendini gösteriyor. Yani sorun sadece bilim-politika etkileşimi (science-policy interface) değil, aynı zamanda bunun iletişimiyle alakalı. Bu noktada bilim insanlarına önemli roller düştüğünü kabul etmekle birlikte hükümetlerin de bilimin verdiği mesajı yaygınlaştırmak adına sorumlulukları olduğunun ve bu amaçla kurumlar ve platformlar oluşturulması gerektiğinin de altını çizmek gerekiyor. Ancak bunların yanında çok daha can alıcı bir soru daha var. O da karbonsuzlaşma dönüşümü sağlandığında ekonomisi fosil yakıt sektöründen beslenen bölgeler ve ülkeler, hayatını bu sektörde çalışarak idame ettiren çalışanlar ve ailelerinin hayatlarını nasıl sürdürecekleri? En basitinden 1 Ocak 2020’de gereken çevre yatırımlarına başlamadıkları için mühürlenen kömürlü termik santralların durumu karşısında, bir an önce açılması için verilen tepkiler bile bize “adil dönüşüm” stratejilerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Yani insanlar zararları ve yapılması gerekenleri bilseler de seçeneksiz olduklarını düşünmeleri karbonsuzlaşmayı siyasal olarak kabul edilebilir bir seçenek olmaktan çıkarıyor. ABD özelinde kömür havzalarının oy verme davranışı incelendiğinde iklim değişikliği karşıtlığının hâlâ alıcısı olduğunu görüyoruz. Bu nedenle bence mesele yeterince çalışma olmaması değil, bunun yeterince paylaşılamaması ve aynı zamanda adil dönüşümü mümkün kılacak daha bütünleşik yaklaşımların geliştirilememiş olmasıyla alakalı. Joe Biden’ın bu yönde çalışmaları olduğunu hatırlarsak aslında adil dönüşümün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş oluruz.
Türkiye özelinde konuşmamız gerekirse, maalesef oldukça geriden geldiğimizi söylemek mümkün. İklim değişikliği gündeme görece geç bir dönemde girdi ve Türkiye’nin resmi politikası hâlâ “özel koşullar” söylemi üzerinden yürüyor. Her ne kadar bazı yerel yönetim birimlerinin ve yine bazı kamu kurumlarının iklim değişikliği konusunu gündemlerine aldıklarını söylemek mümkün olsa da kamu sektöründe iklim değişikliğine yönelik bütünleşik bir yaklaşım olmadığı görülüyor. Benim “kalkınmacılık” olarak tanımladığım söylem maalesef iklim değişikliğinin ve çevre kaygılarının ülke sathındaki muhtelif sektörel politikaların belirlenmesinde göz önüne alınmasını engeller konumda. Bunun ardında ilgili sektörlerin talepleri yanında karar alıcıların hâlâ eski ezberler üzerinden devam etmesi de oldukça belirleyici oluyor. Durum böyle olunca Türkiye’nin yaşadığı önemli sorunlardan biri bir kez daha kendini tekrar ediyor. Kamu politikalarının belirlenmesi sürecinde bilim insanlarının ve uzmanların etkisi oldukça sınırlı. Türkiye’de siyasetçiler siyasal açıdan kendilerinin sorumlu olması nedeniyle karar alma mekanizmalarında uzmanların belirleyici olmasına her zaman şüpheyle yaklaşıyorlar. Etraflarında yer alan uzmanlar ise çoğu kez iliştirilmiş (embedded) uzmanlar ve özellikle de çevre politikası, iklim değişikliği ve enerji konusundaki önerileri de maalesef “kalkınmacı” paradigma çerçevesinde eski ezberler üzerinden geliştirilen öneriler. Bu bağlamda alınan kararlarda tüm olası alternatiflerin dikkate alınmadığı veya bütünleşik bir şekilde değerlendirilmediği görülüyor. Bu anlamda Türkiye’de iklim değişikliği alanında alternatif politikalar öneren bilim insanlarının seslerinin duyulması ve önerilerinin kamu politikalarının belirlenmesi ve uygulanması aşamalarında dikkate alınması çok nadir bir durum.
Çalıştığınız alandan baktığınızda, bu konuda bilgi üretmek isteyen öğrenciler ve genç akademisyenlerin nitelik ve niceliğinde bir artış var mı? Hangi konularda ilgi ve araştırma isteği daha yoğun? Üniversite yönetimleri bu alandaki çalışmalarınızı destekliyor mu?
Açıkçası kendi lisansüstü öğrencilerim arasında bu konulara meraklı öğrenci sayısı son derece sınırlı. Sanırım öğrencilerimi biraz daha motive etmem gerekiyor. Ama diğer üniversitelerden benimle irtibata geçen, jürilerinde yer aldığım veya yardımcı olduğum çok sayıda öğrenci var. Üniversite yönetimlerinin bu konuları özellikle desteklediğini söyleyemem, diğer alanları ne kadar destekliyorlarsa, bu çalışmaları da o kadar destekliyorlar. Ama genel anlamda araştırmaları destekleyen TÜBİTAK olsun, AB’ye bağlı kurumlar olsun sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği konularını öncelikli alan olarak belirleyerek bu alanlardaki çalışmalara destek veriyorlar. Yine bu konuda YÖK Tez Merkezinde yapılan çalışmalara göz atmıştım. İklim değişikliği anahtar sözcüğüyle 281 çalışma yapıldığı görülüyor. Elbette bu sayı daha yüksek olmalı ama yine de beni umutlandıran bu 281 çalışmanın hem sosyal bilimler hem de doğal bilimler ve mühendislik alanlarında yapılmış olması ve oldukça geniş yelpazede sorunlarla ilgilenmeleri. Yani bu alandaki bilgi üretimi hızlanarak devam ediyor.
Genç araştırmacıların ve konuyla ilgilenenlerin, hangi araştırmacıları ve akademisyenleri takip etmesini önerirsiniz?
Ben yaklaşık 10 yıldır kentler, yerel yönetimler ve iklim değişikliği konusunda çalışıyorum. Özellikle de yerel yönetim ağlarının ve uluslararası değişkenlerin yerel yönetimlerin iklim değişikliğini gündemlerine almalarında ne kadar etkili olduklarını ortaya koyan çalışmalar yaptım. Michele Betsill ve Harriet Bulkeley bu alanda öncü çalışmaları yapan isimler ve ben de onların çalışmalarından çok faydalandım. Bu konuda Türkiye özelinde ilk çalışmalardan birini ben yapmıştım, yine aynı dönemde Semra Cerit Mazlum’un çalışmaları vardı. Daha sonra bu alanda yapılan çalışmalar oldukça çeşitlendi. Bu alanda yine Semra Cerit Mazlum ve Aslı Öğüt Erbil’in çalışmaları ve öğrencilerinin lisansüstü tezlerinden de bu vesileyle bahsetmem gerekir. Genel olarak iklim değişikliğinden bahsedersek Murat Türkeş Hoca hem kuraklık ve çölleşme, hem de iklim değişikliği konularında uzman ve Türkiye’yi IPCC gibi bir panelde yazar olarak temsil eden bir bilim insanı. Kendisi aynı zamanda kamuoyunun bilgilendirilmesi sürecine ciddi anlamda vakit ayıran ve gelen bilgilendirme taleplerini yanıtlamaya çalışan bir bilim insanıdır. Yine Levent Kurnaz’ın bu konuda hem kamuoyu yaratma hem de verdiği eğitimler üzerinden katkıları olduğunu biliyorum. Benim de derleyenleri arasında olduğum Uluslararası Çevre Rejimleri kitabında iklim değişimi bölümünü yazan Ümit Şahin ve uluslararası çevre siyaseti konusunda Nesrin Algan takip edilebilecek diğer isimler. Genç kuşaktan iletişim içinde olduğum Ethemcan Turhan, Arif Cem Gündoğan ve Cem İskender Aydın aklıma gelen diğer isimler arasında. Ama adını burada sayamayacağım daha pek çok değerli meslektaşım var. Yukarıda da belirttiğim gibi bu alanda çalışan bilim insanlarının sayısı hızla artıyor ve bu durum kendini tezlerde de gösteriyor.
Türkiye’nin iklim krizine halihazırdaki politik yaklaşımının ve son zamanlardaki üniversitelerin özerkliğine dair tartışmaların, sizin çalışmalarınız üzerinde nasıl etkisi bulunuyor?
Yakın bir zamana kadar iklim değişikliği ve çevre politikaları aslında iktidarların “ideolojik” ve “siyasallaşmış” olarak görmeme eğiliminde olduğu alanlardı. Ancak bu bakış değişmeye ve Bergama Hareketinden bu yana hükümetlerin çevre muhalefetine yönelik tavrı sertleşmeye başladı. Özellikle hafriyatçı (extractivist) girişimler nedeniyle suları, geçim kaynakları ve yaşam alanları tehdit altında olan topluluklar itirazlarını dile getiriyorlar. Maalesef bu konularda itiraz edenler ve söyleyecek sözü olanlar farklı şekillerde damgalanıyorlar. Ben de bu alanda eser veren bir bilim insanı olarak çalışmalarımda sadece iklim değişikliği konusunu değil, bu itirazları ve bu itirazları bertaraf etmeye çalışan kamu otoritesi ve yatırımcıların başvurduğu mekanizma ve taktikleri de inceliyorum. Evet, üniversitelerimizin özerkliği oldukça sorunlu, ama nefes alacak alanım oldukça araştırma yaptığım konularda çalışmalarımın sonuçlarını paylaşmaya devam edeceğim.