;
Bilim Politika

Akıllı Şehirler İklim Değişikliğine Çözüm Olabilir mi?

akıllı şehirler

Dijital teknolojilerin yardımıyla kentleri daha verimli ve sürdürülebilir hale getirmeyi hedefleyen ‘‘akıllı şehir’’ uygulamaları, önemli bir iklim çözümü olarak sunuluyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin 22 milyar dolara sıfırdan inşa ettiği Masdar City birçok hedefine ulaşamamış olsa da, çölde şehirler inşa edilmeye devam ediliyor. Sırada Suudi Arabistan’ın NEOM projesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Telosi kenti gibi örnekler var. Ancak uzmanlar, yalnızca kısıtlı sayıda ve seçilmiş kişileri ‘‘kurtarmayı’’ hedefleyen bu gibi projelerin gerçek birer çözüm olarak sunulmasının tehlikelerine dikkat çekiyor. ‘‘Çölde Uzay Gemisi’’ kitabının yazarı ve Rice Üniversitesi (ABD) Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gökçe Günel, bu gibi sınırlı çözümlerin sistemsel sorunları görünmez kıldığı uyarısında bulunuyor.

Giderek artan sayıda ülke ve bazen de milyarder, iklim değişikliğine çözüm olarak akıllı şehirler inşa etme yoluna gidiyor. 

Çölün ortasında sıfırdan inşa edilen ‘‘akıllı şehir’’ projeleri, hayatımıza ilk defa 2007’de, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) yenilenebilir enerji ve temiz teknolojiler şirketi Masdar’ın Masdar City projesi ile girdi. Bu proje, doğru teknoloji ve tasarım çözümleri ile iklim değişikliğine çare olunabileceği fikrine dayanıyordu. 

‘‘Sıfır karbon’’ bir ‘‘eko-şehir’’ olarak tasarlanan Masdar City’nin tüm enerjisi, yenilenebilir kaynaklardan karşılanacaktı. Şehrin sokakları, geleneksel Fars mimari unsurlarından rüzgar yakalayıcılar ile serinletilecekti ve su sorunu, deniz suyu arıtılarak çözülecekti. Hem araçlara hem toplu taşımaya alternatif olarak tasarlanan ‘‘kişisel hızlı ulaşım sistemi’’ (personal rapid transit, PRT) ile ulaşım yeraltına taşınıyordu. Petrol gelirleriyle finanse edilen bu şehir için 22 milyar dolarlık yatırım yapıldı. 

Masdar City’yi inceleyen ‘‘Çölde Uzay Gemisi’’ kitabının yazarı, Rice Üniversitesi (ABD) Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gökçe Günel, bunun aynı zamanda Abu Dabi için bir ‘‘imaj iyileştirme’’ projesi olduğuna ve petrol sonrası döneme hazırlık niteliği taşıdığına işaret ediyor. Bu yönüyle başarılı olduğu savunulabilecek proje, sürdürülebilirliğe ilişkin hedeflerinin çoğuna ise ulaşamadı. 

Her ne kadar Masdar City ‘‘yeşil’’ bir şehir yaratmanın zorluklarını göstermiş olsa da bu örnek, akıllı şehirler inşa etme iştahını azaltmadı. 

Suudi Arabistan, ülkenin kuzeydoğusunda üç şehirden meydana gelecek mega-kent NEOM’u inşa ediyor. Bu şehirlerden yalnızca The Line’ın dokuz milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyor. ABD’de ise milyarder Marc Lore, yüzyıl ortasına kadar beş milyon nüfusa ulaşmasını hedeflediği Telosa şehrini, yine çölde inşa etmeyi planlıyor.  

Bu şehirlerin, hem iklim krizinden hem de Orta Doğu’da devam eden savaşlar gibi toplumsal krizlerden korunaklı, adeta bir ‘‘uzay gemisi’’ gibi inşa edildiğini aktaran Günel, toplumların tamamı için kapsayıcı bir çözüm önermediklerine dikkat çekiyor. 

Masdar City’ye öğrenci veya çalışan olarak girebilmek için bir başvuru sürecinden geçildiğini aktaran Günel, mavi yakalı çalışanların ise şehre girme hakkının bulunmadığını belirtiyor: ‘‘Bu tip alanların, iklim değişikliğiyle birlikte artan sorunlar çerçevesinde dünyada yaygınlaştığını  görüyoruz. Evrensel sorunlara evrensel çözümler bulamadıkça, insanlar sınırlı bir şekilde kendilerini korumaya çalışıyorlar ve dünyanın geri kalanını da çok umursamayan bir pozisyona geçiyorlar.’’

Günel’e göre bu yaklaşımın bir diğer önemli tehlikesi, sorunun sonuçlarına çözüm üretirken, sebeplerini arka plana itmesi. Bu gibi projelerin, ‘‘bir yandan var olan eşitsizlikleri korurken bir yandan da emisyonları azaltmaya dair dünyaya bir umut verdiği’’ eleştirisinde bulunuyor

Masdar City Projesinin Ortaya Çıkışı: Abu Dabi Geleceğini Garanti Altına Almak İstedi

Rice Üniversitesi Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gökçe Günel İklim Masası’na konuyla ilgili şu değerlendirmelerde bulundu: “Abu Dabi kendi geleceğini planlarken, petrol artık değersiz bir ürün haline geldiğinde veya petrol rezervleri tükendiğinde ne yapacağını sormaya başladı. Emirlik’in güç sahibi kişiler, enerji sektöründe ne kadar güçlü ve yerleşik bir pozisyonda olduklarını görerek, ‘belki de geleceğimizi güvenceye almak için yapmamız gereken şey sürdürülebilir enerjiye yatırım yapmaktır’ diye düşünmeye başladılar.

Birçok petrol şirketi de böyle düşünüyor. BP gibi, Shell gibi şirketlere baktığımız zaman, onların da bir seviyede sürdürülebilir enerji kaynaklarına yatırım yaptıklarını, teknolojik yatırımlara giriştiklerini görebiliyoruz. Bu anlamda, aslında Abu Dabi’nin yatırımı çok şaşırtıcı bir şey değil. Ama petrol zengini bir ülkenin bu kadar kaynağını sürdürülebilir enerjiye, temiz teknolojilere yatırması birçok insana büyük bir paradoks gibi geldi. 

Aslında bu Abu Dabi için temel olarak ekonomik bir karardı. Ekonomik anlamda bu sektörlerin ileride değer kazanacaklarını düşündükleri için bu işe girdiler.

Hemen olacak bir şey değilse de bundan 100 sene sonra petrol tükendiğinde veya artık değersiz bir tüketim maddesi haline geldiğinde, Abu Dabi dünyaya ne satacak? Şu anki refah düzeyini nasıl koruyabilir? Kendi nüfusuna sağladığı imkanları sağlamaya nasıl devam edebilir?

Abu Dabi için petrol, kâr marjı çok yüksek bir ürün. Sürdürülebilir enerji sistemleri geliştirerek bu kâr marjını koruması tabii ki mümkün değil ama yine de bu, onların bakış açısıyla, yapılması gereken bir yatırım.

Norveç’i Örnek Alıyorlar

Abu Dabi’de çok fazla adı anılan, örnek alınan bir ülke, Norveç. Çünkü Norveç de petrol zengini olan ancak ekonomik yatırımlarını çok çeşitlendirebilmiş bir ülke. Norveç’ten ‘vejetaryen kasap’ diye bahsedilir. Ürettiği petrol kaynaklı yakıtlardan çok büyük bir gelir kazanıyor, ancak kendisi bunları tüketmiyor. Bu geliri farklı farklı sektörlere yatırarak ekonomik geleceğini garanti altına alıyor. Abu Dabi, nasıl aynısını başarabileceğine kafa yordu. 

Bu tip sorular sora sora, Masdar gibi bir şirket kurmaya karar verdiler. Masdar, 2006 yılında kuruldu. Masdar City’nin kurulması, bundan 20 yıl önce verilmiş bir karar. Bugün dünyada bu tip yatırımlarla ilgili büyük bir tartışma var. Ancak o dönemde böyle bir karar verilmesi, sürdürülebilir enerjinin geleceğe damga vuracağını göstermesi anlamında oldukça yenilikçi ve etkileyiciydi.

Masdar City Aynı Zamanda bir İmaj İyileştirme Projesiydi

En başından beri bu projeyle amaçlanan bir diğer şey ise Masdar’ı bir pazarlama stratejisi olarak kullanabilmekti.

Abu Dabi’nin, kendisini Batı dünyasına kabul ettirmek, elit bir ülke olarak görülmek gibi bir kaygısı vardı. Aynı zamanda dünyanın kendilerini, geride kalmış petrol zenginleri gibi görmesini de istemiyorlar. 

Bunun ardına bakarsak Arap ülkelerinin genel olarak Batı’yla ilişkilerine dayanan, daha büyük bir dinamik olduğunu söyleyebiliriz. ‘Arap ülkeleriyle ilgili Batı’da var olan hikayeyi nasıl değiştirebiliriz, nasıl yeniden yazabiliriz?’ gibi bir düşünce de var bunun arkasında. 

Bu imajı nasıl değiştirebileceklerini sorgularken, böyle büyük bir yatırımın bu anlamda faydalı olabileceğini düşündüler. 

Bu nedenle Masdar City projesi The New York Times’ın baş sayfasına çıktığı zaman çok büyük olay oldu. O zaman, gazetenin ilk sayfasına o güne kadar hiçbir binanın çıkmadığı söylenmişti. Bunun için büyük bir sevinç duydular ve başarılı olduklarını düşündüler. 

Her ne kadar şehir projesi başarıyla gerçekleştirilemediyse de, böyle bir ilgi görmüş olması bir başarı gibi algılandı. Nitekim bu yalnızca ekonomik bir yatırım değil, aynı zamanda bir imaj yatırımı olarak düşünülüyordu. Bunu bütün dünya duysun istediler.

Yalnızca Seçilmiş Kişileri Kurtaracak bir ‘‘Uzay Gemisi’’

Masdar’ı bir uzay gemisi gibi düşünmek, Masdar’ı kuran, orada yaşayan insanlara, evrensel sorunlara çözüm ürettiklerine dair bir güven verdi. 

Ortada bir iklim değişikliği krizi var, enerji krizi var, Orta Doğu’nun tamamı savaşlarla çevrili ve Masdar City sanki bütün bu kaostan izole edilmiş, ekonomik refah içinde, enerji sorunlarını çözmüş, iklim değişikliğinden etkilenmeyen, astronotların her zaman doğru kararları verdiği bir alan gibi düşünülmüş. 

‘Uzay gemisi’ ilk başta, Masdar’da yaşayan Masdar Enstitüsü öğrencilerinin taktığı bir isimdi. Sonradan, şehri pazarlayan insanlar bu tanımlamadan çok hoşlanıp benimsediler. Birden herkes şehirden uzay gemisi olarak bahsetmeye başladı. 

Ama tabii ki uzay gemisi benzetmesi şöyle bir soru doğuruyor: Bu gemiye kimler girebilir, kimler giremez? 

Burada ‘sınırlı evrenselcilik’ olarak tanımladığımız bir durum var: Hem evrensel sorunlara bir yanıt veriliyor hem de bu evrenin içindeki herkesin bu çözümden faydalanamayacağı gösteriliyor.

Nuh’un gemisine nasıl seçilmiş hayvanlar bindilerse, bu uzay gemisine de yalnızca seçilmiş insanlar ve belki bazı hayvanlar girebilecek. Dolayısıyla yalnızca teknolojilerin kendisine değil, kimler tarafından ve kimler için uygulanacağına da bakmak çok önemli.

Evrensel Çözümlerin Yokluğunda, Herkes Kendini Korumaya Odaklanıyor

Bu dışlayıcılık, Masdar City’nin tanımında da var olan bir şeydi. Bu şehre öğrenci veya çalışan olarak girebilmek için bir başvuru sürecinden geçiyorsunuz. Orada çalışan mavi yakalı insanların, örneğin güneş panellerini temizleyen insanların bu şehrin olanaklarından faydalanma hakkı yok. Fakat bu, orada çalışanlar tarafından bir tutarsızlık gibi algılanmıyordu çünkü bu zaten BAE’nin tanımında var olan bir ayrımcılıktı. 

Bu tip alanların, iklim değişikliğiyle birlikte artan sorunlar çerçevesinde dünyada yaygınlaştığını  görüyoruz. Evrensel sorunlara evrensel çözümler bulamadıkça, insanlar sınırlı evrenselciliğe yönelip kendilerini bir şekilde korumaya çalışıyorlar. Dünyanın geri kalanını çok da umursamayan bir pozisyona geçiyorlar. 

Örneğin insanlar, eskiden nükleer saldırılardan korunmak için yapılmış sığınaklara yerleşebiliyorlar. Özellikle ABD’de milyarderlerin de yaklaşmakta olan bir felakete hazırlık amaçlı sığınaklar inşa ettirdikleri, yalnızca ‘afete dayanıklı’ evler satan emlak ofislerinin ve yeraltı sığınaklarına randevu kabul eden şirketlerin açıldığı biliniyor. 

Bu anlatıyı hem dizilerde, filmlerde izliyoruz hem de çevremizde görüyoruz. İlk olarak Masdar’da kurgulanan bir yaklaşım değil; aynı zamanda bize öğretilen bir hikaye. Dünyadaki tek çözüm sınırlı evrenselcilik gibi düşünmeye başlıyoruz.

Masdar City ‘‘Statükocu Ütopya’’ Örneği

Bu yaklaşım Masdar ile sınırlı değil. Küresel olarak uygulanan birçok başka girişim var olan sistemimizi, alışkanlıklarımızı korumak üzerine yapılıyor ve bu yönden birbirine benziyor. Mesela, arabayla seyahat etmeye alıştırıldık ve petrolün olumsuz etkileri ortaya çıkınca benzinden vazgeçip elektrikli araçlara geçmeye çalışıyoruz. 

Bunun gibi, günlük hayattaki pratiklerimizi korumamıza izin veren, teknolojik veya tasarım çözümleriyle bu pratikleri biraz değiştiren uygulamalara ‘teknik düzenlemeler’ diyebiliriz. Bunlar, iklim değişikliğinin veya enerji sorunlarının temeline inmek yerine, statükoyu muhafaza edecek çözümler. Masdar’daki çoğu süreç de böyleydi. 

Kitapta da Masdar’dan bahsederken ‘statükocu ütopya’ diye bir tabir kullandım. Bunu çok faydalı buldum çünkü Masdar birçok kişi tarafından ütopya gibi algılanan, mükemmel bir gelecek sunduğu düşünülen bir projeydi. Ama aslında bu mükemmel geleceğin temelinde yalnızca günümüzdeki dinamiklerin korunması var. 

Günümüzdeki dinamikler derken de sadece arabayla seyahat etmeyi kastetmiyorum. Daha büyük resme bakacak olursak; devletin sistemleri veya kapitalist ekonominin getirdiği eşitsizlikler olarak da düşünebiliriz. 

Bu yaklaşım, günlük alışkanlıklarımızı korurken emisyonları da azaltabileceğimize dair bir umut veriyor; fakat aynı zamanda var olan eşitsizlikleri muhafaza ediyor ve kimi zaman derinleştiriyor.

İklim Değişikliğini Daha Fazla Tüketimle Çözebileceğimiz Algısı Yaratılıyor

Bu biraz klişe olacak belki ama kısa zaman önce vefat eden Fredric Jameson’ın meşhur bir sözü var, ‘Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten daha kolaydır.’

Teknolojik çözümler, tasarım odaklı çözümler ya da iş pratikleri odaklı çözümler, insanların geliştirmekten hoşlandıkları çözümlere dönüştü. Bu çözümleri metalaştırıp dünyanın farklı yerinde uygulamak mümkün görünüyor. Ama bu gibi çözümlere bu kadar zaman ayırdıkça, ‘neden böyle bir sorun yaşıyoruz?’, ‘neden bu çözümlere ihtiyaç duyuyoruz?’ gibi sorular soramıyoruz. Daha temel sorular sormak, tüketimin kendisini sorgulamak, tamamen engelleniyor. 

Bugün iklim değişikliği zirvelerinde her şeyin yeşil versiyonunun satıldığını görebilirsiniz. Örneğin yeşil plastik torbalar, yeşil polis arabaları, yeşil kıyafetler, vesaire. Her şeyin yeşil versiyonu yapılıyor ve satılıyor. Ama sistemin kendisine dair herhangi bir sorgulama yapılmıyor. Biz neden bu kadar tüketiyoruz; acaba ilave bir çeşit arabaya gerçekten ihtiyacımız var mı, diye sormuyoruz. 

Bunları sormak demek kapitalizmin kendisini eleştirmek, konunun derinine inmek demek. Ama geldiğimiz noktada bu soruyu masaya getirebilecek bir kişi veya kurum dahi yok. 

Bu soruların sorulmuyor olduğunu fark etmek dahi çok önemli çünkü şu an sorundan çıkış yolumuzun bu yeşil ürünleri tüketmek olduğu fikrini benimsemiş durumdayız. 

Araba örneğinden devam edersek, ‘tüketerek çözelim’ dediğinizde elektrikli araçlara yatırım yapıyorsunuz ve bu defa da karşınıza lityum madenciliği sorunu çıkıyor. Yeni kirlilik tipleriyle karşılaşıyoruz. İklim değişikliğini çözelim derken, farklı versiyonlarını yaratıyoruz.’’