Avrupa Birliği (AB) Biyoçeşitlilik Stratejisi kapsamında hazırlanan Doğa Yenileme Kanunu’nu (Nature Restoration Law, NRL) kabul eden AB üyesi ülkeler, 2030 yılına kadar AB’nin karasal ve denizel ekosistemlerinin en az %20’sine denk gelen alanlarda ekosistemi onarmayı taahhüt ettiler. Yüzyıl ortasına kadar ise onarım ihtiyacı olan tüm ekosistemlerin yenilenmesi hedefleniyor. Kanun kapsamında 2030 yılına kadar nehirlerin 25 bin kilometre boyunca özgür, engelsiz akması ve en az üç milyar ağaç dikilmesi de planlanıyor.
Avrupa Yeşil Mutabakatı ve AB Biyoçeşitlilik Stratejisi kapsamında hazırlanan bu kanun, hem biyoçeşitliliği artırmayı hem de iklim değişikliği ile mücadelede doğadan destek almayı hedefliyor. Nitekim Avrupa’da doğanın kaygı verici ölçüde zarar görmüş olduğu biliniyor. Kıtadaki yaşam alanlarının %80’den fazlasının iyi durumda olmadığı hesaplanıyor. Bu nedenle kıtanın sulak alanlarını, ormanlarını, nehirlerini ve denizlerini onarmak, doğayı restore etmek önem taşıyor.
Ancak ilk olarak 2022’de önerilen kanunun kabul edilmesi, özellikle tarım lobisinin muhalefeti nedeniyle, oldukça zorlu oldu. Bozulan birçok ekosistem bugün tarım arazisi olarak kullanıldığından, kanunda önerilen onarım, Avrupa Halk Partisi (European People’s Party) tarafından “Avrupa tarımına, ormancılığına ve balıkçılığına bir saldırı” olarak tanımlandı ve sağ partilerin muhalefetiyle karşılaştı. AB’nin en büyük tarım lobisi Copa-Cogeca da “gıda güvenliğini tehdit edeceğini” iddia ettiği kanunu önlemek için büyük çaba harcadı.
Konuyla ilgili İklim Masası’na konuşan Avrupa Yer Bilimleri Birliği (European Geosciences Union, EGU) Politika Müdürü Chloe Hill, güçlü lobi gruplarına ve yaygınlaştırılan hatalı bilgilere rağmen Doğa Yenileme Kanunu’nun kabul edilmiş olmasını bir başarı olarak tanımlıyor.
EGU Biyoçeşitlilik Çalışma Grubu üyeleri arasında yer alan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nden Dr. Bikem Ekberzade ise bir “biyoçeşitlilik laboratuvarı” olarak tanımladığı Anadolu’nun da NRL’e benzer, hatta daha güçlü bir kanuna büyük ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. Ancak böyle bir adımın ciddi bir idari kararlılık gerektirdiğine dikkat çekiyor.
Avrupa Yer Bilimleri Birliği (European Geosciences Union, EGU) Politika Müdürü Chloe Hill’in Doğa Yenileme Kanunu ile ilgili değerlendirmeleri ise şu şekilde:
“Bugün Doğa Yenileme Kanunu’ndan söz edebiliyorsak bunun nedeni Yeşil Mutabakat. Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın kabul edilmesi oldukça heyecan vericiydi çünkü Doğa Yenileme Kanunu gibi mevzuatların ortaya çıkabilmesi için zemin hazırladı.
Yeşil Mutabakat’ın ardından 2020’de AB Biyoçeşitlilik Stratejisi geldi – ki onun hedeflerinden biri de doğayı yenilemek, restore etmekti. Dolayısıyla Yeşil Mutabakat’ın ne kadar kilit önemde olduğunu teslim etmek gerekiyor. İklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı konularında birçok can sıkıcı gelişme yaşanıyor ancak bu yasanın kabul edilmiş olması gerçekten çok iyi bir haber.
Gerçek şu ki, Avrupa’da doğal alanlar azalıyor. Üstelik Avrupa’nın sıfır noktasında dahi Avustralya gibi bir yere kıyasla yeterince doğal alana sahip olmadığını da vurgulamak gerek.
Dolayısıyla Avrupa’da doğanın ve doğal alanların korunması şart. Ne var ki farklı üye devletlerin, kanun ve kuralların, doğal koşulların bulunduğu bir bölgede bunu başarmak oldukça zor. Nitekim AB ile çalışırken karşılaşılan en büyük zorluklardan biri, tüm üye devletler için kabul edilebilir olan, işe yarayan bir mevzuat çıkarabilmek. Bunu Doğa Yenileme Kanunu’nda ve özellikle turbalıklar konusunda deneyimledik.
Turbalıklar, birçok nedenle hayati önem taşıyor. Yalnızca biyoçeşitlilik için değil, iklim değişikliği ile mücadelede de kritik rol oynuyorlar. Ormanlardan çok daha fazla karbon depolayabiliyorlar. Gerçekten verimliler. Öte yandan kuruduklarında, tarım veya yanlış kullanım nedeniyle bozulduklarında, farklı bir arazi kullanımına geçtiklerinde, işte o zaman tam aksine çok ciddi karbon salımı yapıyorlar. Bu nedenle turbalıkları korumak çok önemli.
Ne var ki bu konu Doğa Yenileme Kanunu çerçevesinde gündeme geldiğinde, ülkeler arasındaki farklılıklar önemli bir zorluk yarattı. Her ülkede eşit miktarda turbalık yok. Örneğin İskandinav ülkelerinde çok ciddi miktarda turbalık varken, mesela İspanya’da çok daha az. Dolayısıyla ‘turbalıkların yüzde şu kadarını yenileyeceksiniz,’ dendiğinde, bu, İskandinav ülkeleri için çok daha büyük bir alana denk geliyor ve uygulaması da çok daha zor. Zaten bunca sene böyle bir işe kalkışılmamasının nedeni de bu gibi zorluklar.
Doğa Yenileme Kanunu epey siyasileşti ve bunda da lobi faaliyetlerinin ciddi bir etkisi oldu. Örneğin Copa-Cogeca isimli büyük tarım lobisi, bu kanunun geçişini engellemek istiyordu çünkü doğayı onarmanın tarım üzerinde etkisi var. Örneğin turbalıkların çoğu artık tarım arazisi haline gelmiş durumda. Ve tabii ki Copa-Cogeca’nın parası, zamanı ve lobicilik tecrübesi var. Dolayısıyla kanundaki bazı hedeflerin düşürülmesi üzerinde etkili oldular.
Diğer yandan birçok sivil toplum kuruluşu ise yasaya önemli destek verdi. Bilim insanları, bilimsel delillere dayanan bilgiler paylaştılar. Dolayısıyla yalnızca yasayı engellemeye çalışan lobi grupları değil, yasaya destek olanlar da vardı.
Geçen metinle ilgili ise mutlu olduğumu söyleyebilirim. Yasa üzerinde çalışmaya ilk başladığımızda tek amacımız onu daha iyi bir hale getirmekti; zar zor geçeceğini hiç tahmin etmiyorduk. Eğer o gün bu metni ve hedeflerin bu kadar düşürüldüğünü görseydim, canım sıkılırdı. Ancak bugün, yasanın geçmiş olması nedeniyle çok mutluyum ve sanırım hemen herkes aynı şekilde hissediyor
Bundan sonraki süreçte üye devletlerin, doğayı eski haline getirmek için plan yapmaları gerekiyor. Ve planlara uymaları, gelişmeleri raporlamaları lazım.
Kurutulmuş turbalıkların 2030 yılına kadar %30’unu, 2040’a kadar %40’ını ve 2050’ye kadar da %50’sini eski haline getirmek gerekiyor. Spesifik olarak hangi turbalık alanları onaracaklarını belirleme konusu, üye devletlere bırakıldı. Tabii ki önceliklendirilmesi gereken alanları belirlemek için bilim insanlarıyla çalışılması doğru olur. Zaten fena durumda olmayan bir alanı restore etmeyi deneyebileceğiniz gibi, tamamen kurumuş bir turbalığı da onarabilirsiniz ancak tabii ki ikinciden elde edilecek fayda daha fazla olacaktır.
Bu uygulama sürecinde Komisyon’un üye devletleri desteklemesi gerekiyor. AB ile üye devletler arasında bilgi paylaşımı yapılması faydalı olabilir. Çünkü bazı devletler halihazırda veri toplasa da diğerleri, özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, bu konuda zorluk çekebilir. Öte yandan Avrupa Çevre Ajansı ve Ortak Araştırma Merkezi (Joint Research Center, JRC) gibi kurumlar, veri topluyor ve izleme yapıyorlar; yardımcı olabilirler.
Ülkelerin, NRL kapsamında neler yapacaklarını planlamak için 2026 ortasına kadar zamanları var. Ardından bu planları Komisyon’a sunacaklar.”
EGU Biyoçeşitlilik Çalışma Grubu üyeleri arasında yer alan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nden Dr. Bikem Ekberzade’nin görüşleri ise şu şekilde:
“İlk olarak NRL’in bağlayıcı bir yasa olduğunu vurgulamak gerekiyor. AB üyeleri bunu kendi parlamentolarından geçirdikten sonra, yasaya uymamalarının yaptırımları olabilecek. O yüzden de tarım lobisi tarafından bu kadar politize edildi. Fakat çiftçiler tarafından değil, lobiler tarafından politize edildi.
Burada çiftçilerle konuşulduğunda birçoğu bu yasanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu biliyor, hatta yasayı destekliyordu. Fakat onları temsil ettiğini söyleyen lobiler, bu işi politize ettiler ve Brüksel koridorlarında gizli bir savaş yaşandı.
Doğa Yenileme Kanunu’nun en önemli yönü ise ilk defa olarak bu kadar çok bilim insanının katılımıyla hazırlanmış olmasıydı. Bu kanun tasarısını ilk öneren ve mecliste geçmesi için yoğun çalışan insanlar da bilim insanlarına sürekli geri dönerek, ‘doğru muyuz?’, ‘böyle bir öneri geldi, ne diyorsunuz?’ diye sorarak, yardım talep ederek, katılımcı bir süreç yürütülmesini sağladılar.
Bu yasanın bu kadar politize edilmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi, mümkün olduğunca düzgün ve katılımcı bir şekilde, bahanelere kulak asmayarak hazırlanmış olması diyebiliriz. ‘Tamam ormanlık alanları koruyalım ama tarımsal alanları da çok ellemeyelim’ denmedi.
Avrupa’da %80’den fazla olduğu hesap edilen doğal alan tahribatının Türkiye’de ne ölçekte olduğuna dair kurumsal üretilmiş, kamuya açık bir veri seti, bildiğim kadarıyla bulunmuyor. Belirli orman alanlarının, örneğin bir yangın sonrasında ne kadar tahrip olduğuna dair veriler muhakkak ki toplanıyor. Ancak bir veri Türkiye’de olsa da, maalesef biz akademisyenlerin bu veriye erişmesi mümkün olmuyor veya çok zor oluyor.
Oysa Orman Genel Müdürlüğü’nün ve bakanlıkların bu verileri toplaması, biz vatandaşların vergileriyle mümkün oluyor. Fakat bu çok kıymetli araştırmaların sonuçlarının biz bilim insanlarının erişimine açılması gerekiyor ki biz onlar üzerinden bilimsel tahminler üretebilelim. Akademi, multidisipliner çalışmalara daha yatkın ve daha farklı bir perspektiften bakabiliyoruz.
Ancak özellikle iklim değişikliği nedeniyle çok kritik bir dönemden geçerken, tam ihtiyacımız olduğunda, bu kadar kıymetli ve detaylı veriye tam erişim sağlayamıyoruz.
Anadolu yarımadası çok özel bir yer. Biz çok kıymetli bir biyoçeşitlilik laboratuvarının içindeyiz. Aynı zamanda iklimsel çeşitlilik bölgesi içindeyiz; birçok iklimin geçiş yaptığı bir bölgedeyiz. Geçiş bölgelerinde olduğu gibi çok kırılgan fakat bir o kadar da çeşitlilik barındıran bir yer. O nedenle çok özel bir yerde yaşıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti içinde yer alan bölgelerin tamamı, bu söylediğim kategoriye giriyor. Dolayısıyla bizim AB’den çok önce bu kararları almamız gerekirdi. Ama maalesef endüstriye, madenciliğe, şehirleşmeye daha fazla önem veriliyor. Öte yandan çok değerli olan ve kıyı bölgelerini koruyan makilik alanlara ‘çalı, çırpı’ gözüyle bakılıyor. Orman, herkesin malı gibi algılanıyor. Bu ekosistemler üzerinde kendimizi hak sahibi görüyoruz; halbuki biz bu ülkede bu ekosistemler sayesinde yaşayabiliyoruz ve tahrip olduklarında çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu da görüyoruz.
Bunun bir örneği olarak Bozkurt sel faciasını gösterebiliriz. Doğu Karadeniz’de yağışlar sonrası yaşanan toprak kaymalarından veya Konya’daki obruklardan bahsedebiliriz. Bunlar neden oluyor?
Doğu Karadeniz havzasını göz önünde bulunduracak olursak; buralarda ormanlar yok edilerek yerine çay plantasyonları kuruluyor. Oradaki eğimin üzerindeki kök stabilitesi yok olduğu ya da değiştiği zaman, insanların hayatlarını kaybetmesine neden olan olumsuz tablolarla karşılaşıyoruz. Veya Konya’da, su akiferlerinin sulama sistemleri için kullanılarak boşaltılmasından sonra oluşan koca koca delikleri görüyoruz. Bu gibi örnekler saymakla bitmez.
İlk olarak nereler korunmalı derseniz; sulak alanlar, ormanlar, sığ koylar ve yarı kapalı körfezler öncelikli diyebiliriz. Öte yandan Anadolu; ekosistem çeşitliliği, iklim çeşitliliği ve tür çeşitliliği açısından o kadar zengin bir alan ki ‘önce şunu koruyalım’ demek doğru olmuyor; tamamı oldukça önemli.
Türkiye’de NRL gibi bir yasanın uygulanabilmesi için çok kararlı bir idareye ihtiyaç var. Hatta daha iyisi de olabilir. Neticede NRL de birçok müzakereler sonucunda biraz zayıflatıldı. Türkiye’de böyle bir hazırlık olsa, idare gerekli kararlılığı gösterse, bilim buna %100 katılsa, o zaman doğal zenginliğimize hem sahip çıkarız hem de karbon kredimizi artıda tutarız.
Ancak NRL gibi bir kanunun gündeme gelmesi birdenbire olmuyor. Önce bir politika belirleniyor; örneğin ‘2100 yılına kadar emisyonları şu kadar düşüreceğiz, yeşil alanları şu kadar artıracağız, felaketlere karşı kritik noktaları belirleyerek o bölgelerde doğa tabanlı sonuçlar arayacağız’, gibi hedefler belirlemek gerekiyor. Ardından bunun altında daha spesifik adımlar belirlemek gerekiyor.
Türkiye’de böyle bir kanun çıkabilir ve rahatlıkla uygulanabilir; uygulayacak merciler mevcut. Fakat bütün bunların yapılabilmesi için ilk başta idari kararlılık bulunması gerekiyor.
Oysa henüz bugün basına yansıyan bir habere göre, Bodrum-Milas arasında yangından zarar gören, hem akiferleriyle hem ormanlarıyla önemli olan, kalan son yeşil alanlardan birinin imar planı hazırlanmış. Böyle bir konjonktürde Doğa Yenileme Kanunu’nu konuşmak biraz ütopik oluyor. Bununla birlikte, eğer idari kararlılık gösterilerse, başarılabilir.”
COP29 başmüzakerecisi Yalchin Rafiyev’in "üç yıllık teknik süreçte ilk kez tartışma için uygulanabilir bir temel"…
BM iklim müzakerelerine ilk defa heyet gönderen Taliban, Afganistan’ın iklim finansmanından yararlanmasını talep ediyor. Geçimi…
Climate Action Tracker tarafından yapılan analiz, mevcut politikaların devam etmesi durumunda ortalama sıcaklık artışının 2100…
Önde gelen bağımsız ekonomistlerden oluşan bir grubun yaptığı yeni bir çalışma, yoksul ülkelerin, 2030 yılına…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Bayraktar, Türkiye’nin ilk olarak COP28'te duyurulan nükleer enerji kapasitesini 2050'ye…
COP29 zirvesinde iklim finansmanı müzakereleri hız kazanırken, yeni bir çalışma, IMF’nin iklimle ilgili felaketlerden zarar…