İklim krizine karşı en temel yapılardan biri haline gelen iklim yasası, Paris Anlaşması’nı halen onaylamayan Türkiye’de üzerine yeni çalışılmaya başlanan bir araç. İklim Haber olarak Türkiye’de nasıl bir iklim yasasına ihtiyaç duyulduğunu bu alanda çalışmalar gerçekleştiren uzmanlarla konuştuk…
YAZI: Bulut BAGATIR
Hükümetler, iklim değişikliğiyle mücadele etmek ve ekonomilerini karbondan arındırmak üzere düzenlemelere gereksinim duyuyor. Bu önemli görevi yerine getirmek için küresel ölçekte birçok hükümet yeni araçlar geliştiriyor. Bu kapsamda inşa edilen çözümlerin arasında iklim yasaları öne çıkıyor. Günümüzde AB’de yer alan ülkelerin yarısı, iklim değişikliği konusundaki yasalarını birçok partinin desteğiyle kabul etmiş durumda ya da kanun tasarısı hazırlık aşamasında. Buna benzer dünyadan Yeni Zelanda gibi başka örnekler de halihazırda mevcut.
Bu yasalar, politika oluşturma sürecini bilimsel bilgiye dayandırıyor. İklim yasaları aynı zamanda, iktidardaki hükümetlerin seçim süreçleriyle değişmesi sonucu verilen taahhütlerin iptal edilmesine karşı güvenlik önlemi alan bir yapıya sahip. Yasalar, hükümetlerin uzun vadeli iklim hedeflerine verdiği önemin altını çizerek piyasaya yatırımlarını şekillendirme olanağı da tanıyor.
Türkiye ise halen Paris Anlaşması’nı meclisinde onaylamayan sayılı ülkelerden biri. Haliyle şu an için bir iklim yasası bulunmuyor ancak çalışmalar başladı. Biz de bu alanda Türkiye’nin çalışmalarını CAN Europe’tan Özlem Katısöz ve Yeşil Düşünce Derneği’nden Yağız Eren Abanus ile masaya yatırdık.
“İklim Yasası ile İklim Politikası Tüm Sektörlerde Söz Sahibi Olabilir”
Türkiye’de 2021 itibarıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bir iklim yasasının hazırlanması çalışması başladı. Türkiye’nin iklim yasası yolculuğunu İklim Haber için değerlendiren CAN Europe’tan Özlem Katısöz, iklim yasalarının hükümetlerin iklim politika ve programlarını uygulamasını sağlayacak yasal bir çerçeve sunduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bununla birlikte tüm ekonomik ve toplumsal sektörlere uzun dönemli iklim hedeflerine dair de net bir mesaj veriyor. Her ülkenin iklim yasaları birbirinden farklı olmakla beraber hedefler, planlama, önlemler, izleme, katılım mekanizmaları, bilimsel kurullar gibi ortak özelliklere sahip.”
İklim yasalarının iklim eyleminin önemli ayaklarından birini oluşturan net sıfır emisyon hedefine hizmet etmesi bekleniyor. Bu yasalar, uzun vadeli bir net sıfır emisyon hedefinin yanında uzun vadeli hedefe ulaşmayı garanti edecek ara yıl hedefleri de kapsayabiliyor. Katısöz, “Ayrıca, yasanın diğer yasal düzenlemelerin uyum sağlayacağı bir yapı önermesi ve iklim politikasını tüm sektörlerde anaakımlaştırması bekleniyor. Çoğu iklim yasasında, parlamentoların yasanın uygulanmasını, hedeflerin yakalanmasındaki performansı izleme görevi bulunuyor. Bu yaklaşım da şeffaflık ve hesap verilebilirlik mekanizmalarını güçlendiriyor. Hemen hemen tüm yasalara göre, politika ve uygulamanın izlenmesi konusunda tavsiyelerde bulunmak amacıyla bağımsız bilimsel danışma organları kuruluyor” diyor.
Geçtiğimiz Nisan ayı sonunda AB’nin iklim yasasını onaylandığını hatırlatan Katısöz’e göre iklim alanında çalışan sivil toplum örgütlerinin yasanın tüm üye ülkeler için net sıfır emisyon amacını içermesine dair beklentileri gerçekleşmedi. “Buna rağmen, Avrupa İklim Eylem Ağı’na göre yasanın olumlu yönü; bağımsız bir uzman danışma organının kurulmasını içeriyor olması” diyen Katısöz, AB karar vericilerine emisyon bütçeleri, hedefleri ve emisyon azaltım patikaları hakkında ve bu hedeflere ulaşmada AB politikalarının tutarlılığı ile ilgili tavsiyelerde bulunacak bu bağımsız uzman yapının, kanun yapıcıların hesap verebilirliği ve kamusal tartışmaya rehberlik etmesi açısından hayati önem taşıdığını ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Diğer yandan, bu organın gerçekten bir işleve sahip olması ve AB iklim politikası çerçevesindeki boşlukları doldurmak için, kesişen politika önerileri sunabilmesi ve yalnızca bilimsel tavsiyelerle sınırlı kalmaması gerekir.”
Yeni Düzenin Hukuku
Dünyada ABD, AB, Çin, Japonya vb büyük ekonomilerin karbonsuzlaşma üzerinden yeni bir düzenin kurulmasına öncülük ettiğini belirten Katısöz, bu yeni düzenin, yeni ekonomik ve politik yapılanmaları da beraberde getirdiğini ifade ediyor. “İklim yasaları, bu yeni düzenin hukukuna karşılık geliyor” diyen Katısöz’e göre, “Ülkemizde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın iklim yasası yanında uzun dönemli iklim hedefinin belirlenmesine yönelik çalışmaları da yürüttüğü biliniyor. İddialı bir iklim hedefini sağlayacak şekilde, iklim adaleti yaklaşımı ile beraber kapsayıcı ve katılımcı şekilde hazırlandığında, iklim yasası Türkiye’nin azaltım ve uyum politikalarının gerçekleştirilmesi için etkili bir araç olacak.”
“Kapsayıcı ve Herkesin Söz Hakkının Olduğu Bir Yasa Oluşturmalıyız”
Yeşil Düşünce Derneği’nden Yağız Eren Abanus ise iklim yasası kapsamında demokrasi, insan hakları, şeffaflık, hesap verebilirlik, sosyal adalet, doğa koruma ve enerji demokrasisi gibi temel hususların en azından bu konu özelinde tanınması gerekitğinden bahsediyor. Abanus’a göre iklim kriziyle mücadelenin çok boyutlu olarak yürütülmesi bir zorunluluk ve sadece bakanlıklar değil bağımsız idari otoriteler veya yerel yönetimlerin, hatta özel sektörün de payına düşen birçok sorumluluk bulunuyor. Yağız Eren Abanus ile gerçekleştirdiğimiz röportajdan öne çıkanlar şu şekilde:
Türkiye’nin nasıl bir iklim kanuna ihtiyacı var size göre?
Türkiye’nin hem ekonomi hem de demokrasi açısından çağdaş medeniyetlerin ötesine gitmeyi öngören bir iklim kanununa ihtiyacı var çünkü fosil yakıt ve hafriyat ekonomisi saplantımız yüzünden bir hayli gerideyiz. Henüz Paris Anlaşması’nı bile onaylamadık. Kaldı ki dünya çapında iklim kanunlarının son dönemde yaygınlaşmasında bir “Paris Momentumu” olduğu literatürde dile getiriliyor. İklim kanunları temel olarak Batı Avrupa bağlamında ortaya çıkmış iklim krizine karşı mücadeleyi somutlaştıran bir politika aracı olarak düşünülebilir. Amaç iklim krizinin bağlayıcı olarak tanınması ve mücadele için kurumsal bir çerçevenin belirlenmesi. Bu kurumsal çerçevede emisyon ticareti sistemi gibi piyasa temelli mekanizmalar, bilimin yol göstericiliği, sivil toplum katılımı, karbon bütçesi gibi net planlama araçları, finans ve bütçe politikaları ve kurumlar arası koordinasyon gibi temel unsurlar var.
Bizim iklim kanunumuzda da bu temel unsurlara ihtiyaç var ancak bunların ötesinde Batı Avrupa ülkelerinde olan ama bizde henüz pek yerleşmemiş demokrasi, insan hakları, şeffaflık, hesap verebilirlik, sosyal adalet, doğa koruma ve enerji demokrasisi gibi temel hususların da en azından bu konu özelinde tanınması lazım. Örnek olarak doğa koruma Türkiye’de çok sorunlu. İklim krizine karşı karbon yutakları olan ormanları sistematik bir şekilde madencilik için yok ediyoruz. Diğer ülkelerin iklim kanunlarında bu konu gündeme gelmiyor olabilir ancak biz Türkiye için iklim kanunuyla koruma statülerinin güçlendirilmesini veya korunan alanların artırılmasını talep edebiliriz. İkinci bir örnek de enerji demokrasisi. İklim krizinin çok hızlı bir enerji dönüşümünü dayattığı aşikar. Halihazırda fosil yakıtlara aşırı bağımlı olan bu sektörün elindeki kaynaklardan ve gelecek kârlarından vazgeçip hızlıca yenilenebilir enerjiye dönmesini beklemek saflık olur. Zaten Enerji Şartı’na karşı yürütülen “NoECT” kampanyasında* da bunu açıkça görüyoruz.
Diğer yandan Almanya gibi güneş fakiri bir ülkede vatandaş temelli yenilenebilir enerji uygulamaları enerji dönüşümünü çokça hızlandırabildi. Bu olgunun arkasında vatandaşları destekleyen bir yasal çerçeve var. Bizdeyse enerji tüketicilerinin tüketim birleştirme yaparak bir kooperatif altında bir araya gelmeleri bile mümkün değil, EPDK 2019’dan beri bunu engelliyor. İklim krizine çözüm olarak enerji demokrasisinin iklim kanununda kendine yer bulması bu bağlamda olumlu olur.
Bu zamana kadar Türkiye’de İklim Kanunu adına nasıl çalışmalar yapıldığını kısaca özetleyebilir misiniz? Türkiye Barolar Birliği, Şubat ayında yaptığı açıklamada İklim Kanunu çalışmalarının başarıya ulaşması için katılımcı olması gerektiğin ancak bu anlayışa sahip olunmadığını söyledi. Aynı zamanda “Temelde Avrupa İklim Kanunu (European Climate Law) benzeri bir mantıkla hazırlandığı anlaşılan kanun çalışmasında; pek çok tanım ve kavramın ‘çeviri’ yoluyla mevzuatımıza dahil edilmek istenmesinden kaynaklı sıkıntılar olduğu gibi, çevre hukuku alanında akademik çalışma yapılmasının mümkün olamaması nedeniyle sınırlı sayıda olan çevre hukuku akademisyenlerinin sürece dahil edilmemesi nedeniyle, hukuk tekniği noktasında da ciddi hatalar yapıldığı görülmektedir” eleştirisi de yapılıyor. Siz neler söylersiniz?
İlk olarak “Karbon Piyasalarına Hazırlık Ortaklığı Türkiye Programı” (PMR) kapsamında taslak bir iklim kanunun hazırlandığını görüyoruz ancak TBMM gündemine bambaşka bir kanunun geleceği söyleniyor. Zaten PMR kapsamındaki çalışmalar da iklim kriziyle mücadelede sadece piyasa temelli mekanizmalara odaklanıyordu. Dolayısıyla o kapsamda yapılan çalışmaların da bir iklim kanunu için yeterli olduğunu söylemek olanaksız. Piyasa temelli mekanizmaların farklı ülkelerde gelişmiş örnekleri olduğundan çoğunlukla çeviri mevzuat yoluna gidiliyor ve bu çeviriler odak konu olan piyasa temelli mekanizmaların dışına çıkıldıkça Türkiye bağlamında anlamsızlaşabiliyor. Bence kamuoyuna yansıyan ama TBMM’ye gelmeyeceği söylenen taslakta da bunların örnekleri var. Ayrıca iklim politikalarıyla ilgili genelge düzeyindeki mevzuatın doğrudan kopyala/yapıştır metoduyla kanuna eklenmesi gibi hukuk tekniği açısından saçma düzenlemeler de var. Mesela şu an bir genelgeyle spesifik bir STK olan TÜSİAD iklim değişikliği koordinasyon kurulunda kendine yer bulmuş halde. Ancak bunu kanun düzeyine taşıyamazsınız çünkü yasama organının çıkardığı kanunlar genel ve soyut olarak yürütme organına yol göstermek durumunda, yürütme organı ise bu düzenlemelere dayanarak çıkardığı bir genelgeyle özel ve somut işlemler yapar. Buna karşın çeviri mevzuatın kanımca olumlu getirileri de olmuş, ekosistem hizmetlerinin maddi olmayan değeri gibi. Tabii ki farklı ülkelerin mevzuatlarına bakıp farklı yaklaşımları bilmek önemli ancak bunların üstüne ülkemizin gerçekliklerini görerek eksik taraflarımızı kapatacak düzenlemeler getirmemiz lazım. Mesela adalete erişim Türkiye’de önemli bir sorun. Bunu aşmak için gelecek kuşakların haklarına odaklanan bir ombudsmanlık kurumu bu kanunla getirilebilir.
İkinci olarak 2020’nin Aralık ayından bu yana Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bir iklim kanunu üzerinde çalışıldığı gündeme getiriliyor ancak buna ilişkin somut bir tartışma alanı veya görüş alışverişi için bir kanal açılmış değil, taleplere de pek olumlu yanıt verilmiyor. Hal böyle olunca da kanun teklifi Meclis’e geldiğinde sivil toplum bu kanunlara karşı kampanya yürütmek zorunda kalıyor hem hükümetin toplumla bağı zedeleniyor, hem de ilişkiler gerginleşiyor. Halbuki sürecin başından itibaren açık ve şeffaf bir iletişim yürütülse ve hesap verebilirlik sağlansa daha güçlü bir yasama faaliyeti gerçekleşmiş olur. Dünya genelinde iklim kanunlarının hazırlanması sürecinde farklı görüşlerden birçok parti bir araya gelip ortak bir zemin bulabiliyor. Biz ise şimdiden Türkiye’de karşılaşacağımız kanunun eksikliklerinden ötürü nasıl bir kampanya yürüteceğimizin ve önümüze çıkacak engellerin kaygısını taşıyoruz.
Birçok iklim yasası örneğinde uzun vadeli hedefler görüyoruz. Bu hedefler arasında net sıfır emisyon ve karbon bütçesi oluşturulması gibi hedefler yer alıyor. Türkiye’nin ise halihazırda kömürden çıkış politikası ve belki de sonucu olarak, net sıfır emisyon hedefi bulunmuyor. İklim Kanunu çalışmalarının sonlanması ile kömürden çıkış ve net sıfır hedefinin açıklanmasını bekleyebilir miyiz?
Net sıfır emisyon hedefi iklim kanunlarının temelinde yer alıyor. Ancak hukuk Profesörü Kemal Gözler’in de son yazılarında vurguladığı gibi Türkiye başkanlık sistemiyle birlikte hukuk devletinden uzaklaşarak yürütmenin çok fazla güçlendiği bir genelge/kararname devletine dönüştü. Dolayısıyla ilgili kanunda büyük ihtimalle azaltım hedefinin belirlenmesi çok geniş bir takdir yetkisiyle veya belirsiz istisnalarla birlikte yürütme organına yani Cumhurbaşkanına bırakılacak gibi duruyor. Sonuç olarak bu taahhütlerin uzun vadeli olarak güvenilir olacağını söylemek pek gerçekçi değil. Bu durum aslında iklim kanunlarının temel mantığına ters. Bu kanunların amacı uzun vadeli olarak yürütme organının yasama organı tarafından çıkarılmış bir kanun sayesinde net sıfır emisyon taahhüdüyle bağlı kılınması. Bu perspektiften bakınca kömürden çıkış hedefinin de pek gerçekçi olmayacağı düşünülebilir çünkü Türkiye’de güçlü bir kömür lobisi var, yürütme organının geniş takdir yetkisi altında kalan bu hedefin açıklanmasını ertelemek için her şeyi yapacaklardır.
Diğer yandan Türkiye’de ve dünyada gelişmekte olan bir iklim hareketinin varlığı, dünya çapında farklı ülkelerin duyurduğu yeşil ekonomi programları, özel sektörden gelen yeşil taahhütler, kömür cinayetlerinin bilimsel ve istatistiki olarak kayıt altına alındığı raporların artması ve yaygınlaşması Türkiye için şu anki hükümetin bile 2050-2060 arasına yönelik bir kömürden çıkış hedefi ve 2070-2080 arasına yönelik bir net sıfır emisyon hedefini duyurabileceğini düşündürüyor. Tabii ki bu tarihler çok geç ve kabul edilebilir değil. Bunların ötesinde bence 2045 sonrası için Türkiye net sıfır emisyonu da değil karbon negatifliği tartışıyor olmalı. Bu sadece iklim adaleti veya kuşaklar arası adaletle de ilgili değil ekonomik anlamda rekabet edebilme kapasitesi de bunu zorunlu kılıyor.
Uzun vadeli hedefleri belirttik ancak kısa vadeli hedeflere olan ihtiyaç da aşikar. Teoride en başarılı varsayılan iklim yasalarında kısa ve uzun vadeli eylemlerin birbirleriyle uyumlu bir şekilde çalışmaya müsait olduğunu görüyoruz. Bu nasıl sağlanabilir?
Uzun ve kısa vadeli hedeflerin belirlendiği varsayımında bulunacak olursak bunlar arasındaki uyumun sağlanması için ilk olarak yürütme organının somut bir şekilde faaliyet geçmesini sağlayacak planlama araçları gerekli. Bu planlama araçları asla gerçekleştirilmeyen iddiasız eylem planlarının aksine somut ve hukuki/siyasi anlamda denetlenebilir olmalı. Uzun vadeli net sıfır emisyon hedefine dayalı olarak belirlenen 5 yıllık karbon bütçeleri burada iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Bu bütçeler her bakanlığın kendi yetkisi dahilindeki sektörlere yönelik alt kırılımlara ayrıştırılabilir. Bu şekilde elde edilen bütçe planlamasının gerçekleştirilme durumu ve daha iddiali azaltımların yapılabilme ihtimali veya yapılması gerekliliği her yıl mali bütçe görüşmelerine paralel olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde değerlendirilebilir.
İkinci olarak bu planlama araçları kapsamında yürütmenin karar ve faaliyetlerinin bağımsız bir bilimsel denetleme otoritesi ve ayrıca doğa ve gelecek kuşakların haklarına odaklanan bir kamu denetçiliği kurumu tarafından izlenmesi gerekli. Bu izlemeler sonucunda yürütmenin TBMM önünde siyasi/yönetsel sorumluluğuna veya Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi mahkemeler önünde hukuki sorumluluğuna gidilebilir. Böylece buradaki eksikliklerin, ihmallerin veya ihlallerin denetlenmesi ve bu sorunların giderilmesini sağlayacak somut kararların alınması diğer bir deyişle hesap verebilirlik sağlanır.
Özellikle Avrupa’daki iklim yasaları incelemelerinde çoğu yasanın belli başlı sorumluluklar yüklediği ancak çok azının sektörel bakanlıklar arasında bir mekanizma tahsis ettiği veya hükümet içi bir mekanizma oluşturduğu belirtiliyor. Bunun da genel anlamda hedeflere ulaşmada engel olduğu ifade ediliyor. Türkiye gibi daha fazla gündelik politikaların söz sahibi olduğu bir ortamda böyle bir mekanizmanın yer almasının/almamasının hedefler üzerinde nasıl bir etkisi olur?
İklim kriziyle mücadelenin çok boyutlu olarak yürütülmesi bir zorunluluk. Sadece bakanlıklar değil bağımsız idari otoriteler veya yerel yönetimlerin hatta özel sektörün de payına düşen birçok sorumluluk var. Dolayısıyla bütün bu farklı kurumlar arasında bir koordinasyon sağlanması lazım. Aslında Türkiye’de şu an buna yönelik bir kurul da var: İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu. Diğer yandan Türkiye’nin iklim politikalarının ve hedeflerinin yetersizliği de ortada. Dolayısıyla böyle bir kurulun sadece var olmasının pek bir anlamı yok, hatta bu kurulun fosil yakıtlara ve hafriyat ekonomisine aşırı bağlı sektör grupları tarafından domine edilmesi kurulun amacının aksi yönde işlemesine neden olur. Ama böyle bir kurul gerektiği gibi işletilirse hedeflere erişmede büyük katkılar sağlar. İlk olarak bir önceki soruda da belirttiğimiz gibi hesap verebilirliği mümkün kılacak mekanizmaların sağlanması lazım. Örnek olarak iklim krizi kaynaklı felaketlerden ötürü çok büyük can ve mal kayıpları ortaya çıkacak. Türkiye’de bu gibi konularda yargı mekanizmasının iyi işlediğini söylemek pek mümkün değil. Halbuki bu vatandaşların mahkemelerle uğraşmadan doğrudan başvurup zararlarını tazmin edebilecekleri bir uyum denetleme otoritesi devletin tazminatlardan doğan mali yükten kurtulmak için hızlıca harekete geçmesini sağlayabilir.
Ayrıca Türkiye’de iklim krizi ve bu krizin dayattığı küresel dönüşüm politikacılar tarafından ciddiye alınmıyor. Bu bakımdan ikinci olarak iklimin bütün politika alanlarında ana akımlaştırılması gerekli. Zaten bahsedilen koordinasyon kurulunun da temel amacı bu olmalı. Tabii ki iklim krizine dair toplumsal farkındalığın artırılması da bu konunun ciddiye alınmasını sağlayacaktır.
İklim kanunu örneklerinde bilimsel danışma organlarının kuruluyor, bununla birlikte halkın katılımına önem veriliyor. İngiltere’nin yeni emisyon azaltım kararında bağımsız iklim değişikliği komitesinin önerisinin etkili olduğunu biliyoruz. Türkiye’de ise, İklim Haber’in KONDA Araştırma ile yaptığı araştırmalara göre yurttaşların çoğunluğu iklim değişikliğine karşı eyleme geçilmesini destekliyor. Bu bağlamda bu destek Türkiye’deki iklim kanunu sürecine ve sonrasına nasıl etki edebilir?
Türkiye’de iklim krizine dair genel bir farkındalığın oluştuğunu söyleyebiliriz. Yine de bu farkındalığın konunun politik boyutlarını içerip içermediği konusunda emin değilim. Ayrıca genç kuşakların da bu konuya dair özel bir hassasiyeti var. Siyasi partiler ve hükümet de buradaki potansiyelin farkında. Dolayısıyla bu destek iklim kanunu söyleminin en azından yüzeysel bir şekilde hükümet ve diğer siyasi partiler tarafından parlatılmasında etki edebilir. Bu süreçte o toplumsal iradenin hakiki bir şekilde kanuna yansıyabilmesi için sivil toplum kuruluşlarına, akademisyenlere ve basına büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu bakımdan iklim kanunuyla sivil toplum katılımını da kolaylaştırma görevi olan bağımsız bir bilimsel denetim otoritesinin kurulup kurulmayacağı iklim kanununun ne kadar hakiki olduğunu gösterecektir. Açıkça belirtmekte fayda var: Bilim insanlarının görüş ve önerilerini dinlemek bilim temelli olmak değildir. Karar alım süreçlerinde ve bu kararların uygulanmasında bilimin belirleyici ve denetleyici bir rolü olmalı. COVID-19 krizi süresince gözlemlediğimiz bilimin ikinci planda bırakılması ve karar alım süreçlerinde doğa tahribatına yol açan havayolu taşımacılığı gibi sektörlerin kayırılması iklim kanununda bu konunun daha derin tartışılması gerektiğini gösteriyor.
Yeni Zelanda; bankaların, sigortacıların ve yatırım yöneticilerinin iklim değişikliğinin işleri üzerindeki etkilerini rapor etmelerini gerektiren bir yasa çıkartıyor. Bu örnek, farklı sektörlere özel özel iklim kanunlarının kapısını mı aralıyor? Tek ve kapsamlı bir iklim kanunu yerine, sektörlere özel iklim kanunu daha mı işlevsel yoksa her ikisi birlikte daha güçlü sonuçlar elde edilmesine yarar?
Sektörlere özel kanunlarla mevzuatın parçalara ayrılması yerine genel ve soyut kuralların tek bir kanunda sistemli bir şekilde düzenlenmesinin daha faydalı olacağı kanaatindeyim. İklim eyleminin güçlendirilmesinde mevzuatın önemini göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum ancak asıl itici güç mevzuatın uygulanma kalitesidir. Yine de belirli sektörlere yönelik doğrudan düzenlemelerin iklim kanununa dahil edilmesi faydalı olur.
Yurt dışındaki örneklerde kanunun uygulanması ve takip edilmesi adına belirli mekanizmalar kuruluyor ve raporlama şartları getiriliyor. Örneğin Mevcut BM ve AB yükümlülükleri veri toplamak, emisyon envanterlerini hesaplamak ve ilgili uluslararası kuruluşlara raporlamak için ayrıntılı bir sistem oluşturmuş durumda. Türkiye’de ise Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, özelleştirilen termik santrallardan çıkan zehirli gazlara dair sürekli emisyon ölçüm verilerini “ticari sır” olarak nitelendirdi ve açıklamadı. Böyle bir durumda bir iklim yasasının uygulanabilirliği ne derece olur?
Türkiye’de herhangi bir yasanın uygulanabilirliğinin üst seviyede olduğunu düşünmüyorum. Demokratik bir hukuk devleti olmadığımız aşikar. Ancak yine de çabalamaktan ve talep etmekten vazgeçmemeliyiz. Bizim ülkemizde demokrasi kültürü yok bu hedeflere erişemeyiz demektense bu kanunlara yönelik olarak öyle kurumlar ve usuli süreçler talep etmeliyiz ki demokrasi kültürüne erişebilelim. Mesela termik santral emisyonlarının ticari sır olarak açıklanmaması bağlamında iklim krizine yönelik özel bir bilgi edinme usulünün vatandaşlar lehine kanunda tanımlanmasını ve devletin bu alandaki bilgilendirme yükümlülüğünün proaktif bir şekilde gerçekleştirilmesinin garanti altına alınmasını talep edebiliriz. Bu taleplerimiz bugün kabul görmeyebilir ancak birikmekte olan toplumsal irade gösteriyor ki uzun vadede kazanacak taraf biziz, biz olmak zorundayız.
*#NoECT kampanyası; dünya çapında enerji yatırımcılarını korumak için 1990’larda hazırlanan, ülkemizin de taraf olduğu ve son zamanlarda fosil yakıt yatırımcılarının kâr beklentilerini tazmin etme zorunluluğu yaratmasından ötürü vergi ödeyen vatandaşlar için iklim eyleminin maliyetini bir hayli artıran yatırım anlaşması Enerji Şartı’na karşı yürütülen uluslararası kampanya.