19 Haziran 1865 İç Savaş’ın ve köleliğin bittiğinin ilan edildiği gün olmasına rağmen, 155 yıl sonra milli bayram olması hâlâ tartışılan “Juneteenth”, köleliği kaldırdığı iddia edilen ABD Anayasasının 13. Maddesi ve ABD’de 50 eyalette devam eden Black Lives Matter protestoları bize bazı ipuçlarını işaret ediyor: Çevre adaleti, kesişimsel çevrecilik ve bir insan hakları meselesi olarak iklim adaleti…
Yazı: Burcu GENÇ
2010 yılında bir partiden dönmekte olan 17 yaşındaki Kalief Browder, polis tarafından yolda kimlik taraması nedeniyle durdurulur. O sırada bir sırt çantası hırsızlığı anonsu geçilmiştir. Browder suçlamayı reddeder, üstünde arama yapılır ve herhangi bir şey bulunmaz. Buna rağmen polis merkezine ifadesi alınmak üzere götürülür. Savcı suçunu kabul ederse üç yıl yatıp çıkacağını, etmezse mahkemelerde “sürüneceğini” ve 17 yıldan aşağı almayacağını söyleyerek yalan ifade imzalatmaya çalışır. Bu teklifi reddeden Browder’ın kefaleti 10.000 Amerikan Doları olarak belirlenir. Elbette New York’un varoşlarında oturan ailesinin bu parayı ödeyecek gücü yoktur. Mahkemeyi beklemek üzere “masum olduğu kanıtlanana kadar” cezaevine gönderilir. Mahkemeyi beklediği üç yıl boyunca hem gardiyanlar hem de diğer suçlular tarafından sistematik cinsel, psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalır. Üç yılın iki yılı tek kişilik hücrede geçer. Mahkeme günü gelir, suçsuzluğu kanıtlanır ve serbest bırakılır. Serbest kaldıktan sadece iki yıl sonra 22 yaşındayken akıl ve ruh sağlığı bozulduğu için intihar eder. Buna belki de intihar demek yanlış olur. Azmettiricisi, devletin kurumsallaşmış ırkçılığıdır. Ve Browder bir cinayete kurban gitmiştir. Sadece fail bir kişi değil, tüm bir toplum ve onun kurumlarıdır.
Eric Garner, tam 11 kez “I can’t breathe” (Nefes alamıyorum) dediğinde yıl 2014’tü. Polisler tarafından katledilmeden önce Garner’ın son sözlerinin “Her gün beni durdurmanızdan bıktım” olduğu kayıtlara geçmiş. Suçlama ise bandrolü olmayan paketlerden tekli sigara satması. Bu olaydan sadece 20 gün sonra, beyaz bir polis bu sefer Ferguson’da Michael Brown adlı silahsız siyah bir genci sırtından vurarak öldürdü.
Bu cinayetlerin ve bundan önceki diğer cinayetlerin yankıları sürerken, erkek arkadaşının evine yanlış tatbikat düzenleyen polisler tarafından öldürülen hemşire Breonna Taylor olayı ve ardından 20 dolar sahte banknot taşıdığı ihbarıyla yere yatırılan ve boğularak öldüren George Floyd. Bir kez daha ırkçılığın, devletin tüm kurumlarına işlemiş sistematik bir olgu olduğunu ortaya çıkardı.
Köleliğin Kaldırılışı ile Kurumsal Irkçılığın Arasındaki İnce Çizgi
Bugün ABD’nin 50 eyaletinde, Avrupa’da ve diğer kıtalarda sürmekte olan #BlackLivesMatter protestolarının, George Floyd’un öldürülmesiyle başladığını söylemek doğru olmaz. Dünyanın her yerinde, her renkten insan, köle tacirlerinin heykellerini ve sömürgeci geçmişi yücelten anıtları yerinden ediyor ve yıkıyor çünkü kurumsal ırkçılık hâlâ kol geziyor ve insanlar bundan dolayı çok öfkeliler.
ABD’nin ırkçılık tarihine baktığımızda, köleliği kaldıran (ya da kaldırdığı iddia edilen) 13. Yasa Değişikliği, 8 Nisan 1864 yılında Senato’dan geçmiş, 1 Şubat 1865 yılında Lincoln tarafından Eyalet Meclisi’ne sunulmuş olduğunu görürüz. 19 Haziran 1865 tarihinde ise İç Savaş’ın ve köleliğin bittiği ilan edilmiş ve sonraki yıllarda genellikle siyahlar tarafından “Juneteenth” ya da Kurtuluş Günü olarak kutlanmıştır. Yasa ise 6 Aralık 1865 yılında imzalanmıştır. Bu arada, “Juneteenth”in, 155 yıl sonra bu yıl, milli bayram olarak ilan edilmesinin konuşulduğunu dipnot olarak düşmek isterim.
13. Yasa’nın köleliği kaldırdığı söylenir ancak 13th belgeselinde yasadaki bir açığa dikkat çekiliyor. Yasanın kelimesi kelimesine çevirisi olmasa da, yasada “bir suçtan ceza alanlar hariç ne kölelik ne de zorunlu hizmet ABD’de var olamaz” diyor (Neither slavery nor involuntary servitude, except as a punishment for crime whereof the party shall have been duly convicted, shall exist within the United States, or any place subject to their jurisdiction). Sonrasında ceza alan mahkumlar incelendiğinde şu anda ABD’de 17 beyaz erkekten birinin hüküm giyme olasılığı varken, siyah erkekler söz konusu olduğunda bu oran üç siyah erkekten birine çıkıyor. ABD’de siyah erkek nüfusu, toplam nüfusun %6,5’unu oluşturuyor. Bu rakamlar şaşırtıcı gelebilir. O zaman özgürlükler ülkesi ABD’nin tüm dünyadaki mahkum nüfusunun %25’ine sahip olduğunu duymak gözlerinizi yerinden uğratacaktır. ABD nüfusunun dünyanın toplam nüfusundaki payı ise sadece %5. Bu insanların genellikle parası olmuyor ve yüksek kefalet ücretlerini ödeyip serbest kalamıyorlar (özgürlüklerini satın alamıyorlar). Zaten mahkeme masraflarını bile ödeyemeyecek durumda olduklarından mahkumların çoğunluğu savcılar tarafından “işbirliği” adı altında işlemedikleri suçları kabul ederek daha kısa süre hüküm giymelerine, yani evlerine daha kısa sürede dönmelerine ikna edilmesiyle davalar soruşturma aşamasında kapanıyor. Bu sebeple, mahkumların %97’si mahkemeye çıkmadan hapis yatıyor. Peki neden? Çünkü hapis süresince bu insanlar, özel sektöre (Walmart ve Victoria Secret gibi) karşılıksız olarak çalışıyor. Kölelik, yasalardan kaldırılmış gibi görünebilir ancak kurumsal ve yapısal olarak kölelik ve sistematik ayrımcılık biçim değiştirmiş bir şekilde olduğu yerde duruyor.
Sistematik ırkçılıkla ancak sistematik bir şekilde mücadele edilebilir. Kurumlardan, insan zihninden ırkçılığı ve gizli önyargıları söküp aldığımızı zannettiğimiz 21. yüzyılda tüm bu yaşananlar bir arpa boyu bile yol gidemediğimizi gösteriyor. O kadar ki akademideki ırkçılığa dair #BlackIn TheIvory hashtagiyle başlayan kampanyaya binlerce tweet yağıyor. Michelle Obama’nın belgeselinde de kendisi bu konuya değiniyor. “Princeton’da okuyan sayılı siyahtan biriydim” diyerek söze başlayan Obama, üniversiteye gittiğinde “hayatın gerçekleriyle” karşılaştığını anlatıyor. Dönüşümü insanla başlatmak gerek. Bu sebeple herkes kendi işyerinde, üniversitede ve çevresinde bazı önlemler almak zorunda.
Araştırmalar, siyah kadın ve erkeklerin öldürüldüğüne şahit olmanın kolektif travma yarattığına ve ırksal travmaya sebep olduğuna, bunun da dolaysız veya dolaylı yoldan ırkçılık ve ayrımcılık tecrübelerinin sonucu olduğunu gösteriyor. Ülkemizde farklı şekillerde tanık olduğumuz bu tarz travmalar, insanların sosyal ilişkilere odaklanmalarını engelleyerek yalnız hissetmelerine sebep oluyor.
Sosyal Adalet ve Çevre Adaleti: Irkçılık Öldürür!
Sosyal adalet duygusu, çevre adaleti sorularını da beraberinde getiriyor. Çevre hareketi tarihinin “beyazlığı” bilinen bir gerçek. Tarihsel sürecine tekrar değinmek istemiyorum ancak uzantılarını Ocak 2020’de Davos’ta gerçekleştirilen bir basın açıklamasında görmek mümkün. AP (Associated Press), Greta Thunberg’in de aralarında bulunduğu bir grubun basın açıklaması haberini, fotoğraftan 23 yaşında Ugandalı iklim aktivisti Vanessa Nakate’yi keserek servis etmişti.
Çevre adaleti tarihine verilerle bir göz atalım. Şubat 2010’da ABD’de Afro-amerikanlar arasında arasında yapılmış bir ankete göre katılımcıların büyük çoğunluğu iklim krizine adaptasyon için elektrik faturalarına yansıtılacak 10 doları ödeyebileceklerini, %25’inden fazlası ise 25 dolar ödeyebileceklerini bildirmiş. 2010’da Yale’in yaptığı başka bir ankette ise karbonu kirletici olarak gören beyazların %78’lik oranına karşılık siyah katılımcılarda bu oran %89. Bu da BIPOC (Black, Indigenous, Person of Color anlamına gelen kısaltma, beyaz olmayanları anlatır) topluluklarının iklim krizine karşı çok daha duyarlı olduklarını kanıtlıyor. Tabii bunun farklı boyutları da var, mesela siyah çocukların astıma yakalanma olasılığı beyaz çocuklara göre %36 daha fazla ve siyahlarda astımdan ölüm oranı beyazlara göre iki kat fazla. Hava kalitesiyle ilgili başka bir makale ise BIPOC topluluklarının 1,28 kat daha fazla bedel ödediğini ve beyazlara göre 1,54 kat daha fazla partikül maddeye maruz kaldıklarını ortaya koyuyor. İklim adaleti savunuculuğu ile ilgili veriler ise şaşırtıcı. Aktivistlerin %20’si kriminalize ediliyor, %18’i fiziksel şiddete maruz kalıyor ve %13’ü katlediliyor. Bu rakamlar Yerli Halklar özelinde bakıldığı zaman daha da yükseliyor.
Bir iklim aktivisti olan Leah Thomas, “kesişimsel çevrecilik” (intersectional environmentalism) diye yeni bir çevrecilik anlayışı ortaya attı. Aslında “kesişimselliğe” çok da yabancı değiliz. Kesişimsel Feminizm, 1989 yılında Kimberlé Crenshaw tarafından ortaya atılmış bir kavram. Bu kavram, her kadının aynı imtiyazlara sahip olmayabileceğinden yola çıkarak fiziksel engel, sosyal/ekonomik statü, etnik köken, fiziksel görünüş, yaş, din, cinsel yönelim gibi birçok sebeple baskıya ve haksızlığa uğradığını, bu baskı ve haksızlığın sözü geçen alanların hepsinde her kadın için farklı seviyelerde olduğunu ifade ediyor. Kesişimsel feminist olan Leah, çevrecilik anlayışının da feminizm gibi kesişimsel olması amacıyla yola çıkıyor ve çevre savunuculuğuna da bu kavramı uyguluyor. “Kesişimsel çevrecilik, insanların ve gezegenin önemsendiği, böylece ikisinin de sosyal ve çevre adaletinin ön plana çıktığı bir konuşmada birlikte yer alabildikleri bir çevre savunuculuğu türüdür. Çünkü bence tüm bunların hepsi birbirine sıkıca bağlı konulardır” diyor Leah.
Çevre Adaleti kavramını ilk ortaya atanlardan biri olan ve 1978 yılında Houston’ın orta sınıf siyahların yaşadığı bir mahallesinde yapılan çöplük için açılan davada, ırkın çöplüklerin yerleşimini yönlendiren belirleyici bir faktör olduğunu haritalar ve istatistiklerle kanıtlayan Dr. Robert Bullard, “Şimdi genç insanlar farklı hareketleri birbirlerine bağlıyorlar. Bu insanlar iklim, enerji, Black Lives Matter, ceza adaleti, güvenli gıda gibi konularda çalışıyor. Bir yapbozun tüm parçalarını bir araya getiriyorlar ve bu uzun dönemde karşılığını verecektir” diyerek kesişimsel çevrecilikle ilgili görüşlerini paylaşıyor.
COVID-19 sırasında ise ırkçılığın yükselişe geçmesi, herhangi bir iklim krizi kaynaklı afet sırasında ırkçılığın baş etmemiz gereken en önemli konulardan biri olacağını gösteriyor. Hindistan’da Müslümanlar üzerinden yaratılan nefret ve suçlama dalgası, Avrupa’da hükümetlerin Roman topluluklarını COVID-19 salgınına karşı önleme çalışmalarına dahil etmemesi, medya ve politikacıların söylemlerinde virüsün yayılmasına sebep oldukları gibi ifadeler kullanması, Türkiye’de ve ABD’de ise Çinlilere ve diğer farklı gruplara karşı gerçekleştirilen nefret söylemlerine tanık olduk. Türkiye’de ayrıca inşaatların ve tersanelerin işe devam etmeleri suretiyle, pandemi dönemlerinde sınıf ayrımcılığının ayyuka çıktığına da şahit olduk. ABD’de Katrina kasırgası gibi COVID-19 krizinde de en çok ölüm oranının siyahlarda, beyazlardan üç kat daha fazla olduğunu araştırmalar söylüyor..
Tüm bu sebeplerle, iklim adaletinin insan hakları meselesi, politik bir mesele olduğunu söylüyoruz. COVID-19 salgınında görüldüğü gibi iklim krizinden de en çok etkilenecek olan gruplar fakirler, BIPOC toplulukları ve üçüncü dünya ülkeleri ne yazık ki…